Orhan Tekelioğlu (Bahçeşehir Üniv. Gazetecilik Bölüm Başkanı) Nefretin ve acımanın oyuncusu 2010’un iki ikonik kadın TV kahramanını oynamak, hem nefret edilmek (Bihter) hem de acınmak (Fatmagül) Beren Saat’in nasibine düştü. Ekranda sadece güzelliğiyle değil, oynadığı karakterin karmaşasıyla fark edilmek bir oyuncunun düşü olmalı, Saat’in bu konuda sıkıntısı olmadı. Üstelik kusursuz olmaktan uzak, sokaktan, çevreden, aileden bildiğimiz türden, ‘eşdeğeri olan’ bir genç kadın güzelliğine sahip. Özellikle kadın izleyici için bir avantaj bu, kendisi ya da tanıdığı biriyle kolayca kıyaslayabiliyor, kızabiliyor, ‘sıradan’ bulabiliyor, hasetle bakabiliyor. Aslında oynadığı rollerin dolaylı da olsa birbiriyle ilintili bir algı yaratabilmesi, Saat’in geçtiğimiz yıla genç bir kadın oyuncu olarak damgasını vurmasını sağladı. ‘Aşk-ı Memnu’nun sosyal dünyasına ‘hak etmeden’ girmesinin, ‘mağrur’ ve ‘kötücül’ bir kadın olarak o dünyayı ‘altüst’ etmesinin, ona sevgiyle yaklaşan herkesi yaralamasının ‘öcü’ bir sonraki dizide, hem de çok acı biçimde ‘alındı’. Tabii ki oynadığı iki farklı rol bu, ama izleyicinin de bir bilinçdışı var, ekranda çok kısa süre içinde gördüğü iki kadın kahramanın çizdiği neredeyse birbirine zıt iki karakteri aynı çehrede görüyor. Elinde değil, iki sosyal dünyayı da karşılaştırıyor. Bir hayranlığın değil, bir ‘nefretin’ ve bir ‘acımanın’ oyuncusu olarak zaman çalıştı 2010’da Beren Saat için, bir oyuncu olarak hayrını görmesi ve bilmesi gerek. Naim Dilmener (Müzik yazarı) En büyük kim? 90’ların (ve 2000’lerin) en büyük/en mega/en ultra star’ı Tarkan’ın, bu büyüklük ve popülerliğini daha yıllar yılı, en azından bir 10 yıl daha sürdürebileceği konusunda kimsenin şüphesi yoktu. ‘Metamorfoz’ öncesi tabii. İşin sonrası ağır bir şaşkınlık oldu. Herkesin ‘Ona hiçbir şey olmaz, o dayanır’ diye hemfikir olduğu Tarkan, göz göre göre ellerden kaymış/kayıyordu. ADSL’lerinin başında, baytlarca bilgiyi anında indiren/bindiren bir kitle vardı artık pop kültürün orta yerinde ve pop müzik de, ilgi alanlarının EN ortasındaydı. Eskisinden daha çabuk kapılıyorlar ama daha da çabuk sırtlarını dönüveriyorlardı. Tarkan’a da döndüler. Tarkan’ın yanlış (ya da amatörce) hesabı Sezen Aksu Akademisi’nden döndü. SAA, Tarkan’ı Tarkan yapan ‘Şıkıdım’ ve ‘Şımarık’lara imza atan kurumdu ve Tarkan’ın 2010 yılında neye ihtiyacı olduğunu, çok iyi biliyordu. Fena bir iş de çıkarmadılar. ‘Adımı Kalbine Yaz’, kaç yıldır bildiğimiz Tarkan’ın, kaç yıldır sevmekten usanmadığımız tarzının, biraz ordan cila yemiş/biraz burdan süslenmiş/biraz eteklerine danteller, pullar işlenmiş bir versiyonu gibi tasarlanmıştı ve eleştirmenler dahil, her kesimden kabul ve destek gördü. İşin zoru satışlardı. Eski milyonluk satışlar, hiç olmamış gibiydi; unutmuştuk. Böyle bir ortamda/piyasada, Tarkan zor hatta imkansız olanı da başardı ve çok da sattı. Evet, o eski günlerdeki gibi milyonlarca değil yüz binlerce. Ama bu da bir mucize. Bu ve ‘Zararın neresinden dönersem kârdır’ kararlılığından dolayı, Tarkan ferah ferah 2010’a damgasını vurmuş tek pop şarkıcısıdır. Aslı Barış (Radikal moda yazarı) Dünya modasının yeni Hakaan’ı New York Magazine, geride bıraktığımız nisan ayında Fransa’nın moda alanındaki en büyük etkinliklerinden biri olan ANDAM hakkında yayımladığı makalede, şu cümlelere yer verdi: “Bu yılın en önemli isimlerinden Mark Fast, 279 bin dolarlık ödüle layık bulundu. Rakipleri ise Türk tasarımcı Hakan Tildirim, Bouchra Jarrar… vs” Yurt dışında ‘Tildirim’ olarak algılanmış soyadıyla Hakan Yıldırım, Londra Moda Haftası’nda şubat ayında sansasyon yaratan bir defile yapmıştı; Kate Moss ve Vogue Paris’in (o zamanki) yöneticisi Carine Roitfeld’i ön sırada oturtmuş, Lara Stone, Natalia Vodianova, Daria Werbovy, Mariacarla Boscono gibi dünyanın sayılı süpermodellerini podyuma çıkarmıştı. Şu an Google’a ‘tildirim’ yazdığınızda şu sonuçlar karşınıza çıkıyor: Hakaan, Hakan Yıldırım, Hakan Yildirim ANDAM... İnternet belleği, tasarımcının ismini haziran ayında Fransa’nın geleceğin yıldızlarını belirlediği ödülü kazanmasıyla ezberine aldı. Yurtdışında çılgınca alkışlanan, Madonna’nın mayıs ayında Interview dergisi çekimleri için tasarımlarını seçtiği, en önemli moda dergileri Love, Pop ve Vogue’un seçimlerinin gediklisi Yıldırım’ın başarısına ülkemizde ne yazık ki gölge düşürüldü; Paris Moda Haftası’nda yer alan tek Türk tasarımcının, defile gününü değiştirmesi ‘organizasyondan atıldığı’ şeklinde yorumlandı. Dünyanın en önemli fotoğrafçılarından Mert Alaş’la Hakan Yıldırım, 2010’da uluslararası şöhreti kucaklasa da Türkiye’de isminin anılma biçiminden rahatsız; “Rıfat Özbek, Hüseyin Çağlayan gibi isimler Kıbrıs’ta doğdular ve İngiltere’de öğrenim görüp, oradan dünyaya açıldılar.. Ben Türkiye’de, Çemişkezek’te doğdum; burada yetişen tek dünya markasıyım. Ama hâlâ ithamlarla karşılaşıyorum. Bunlar ruhumu zedeliyor.” 2010’da dünya modasında Karl Lagerfeld’den bile çok bahsedilen Hakan Yıldırım üzülmesin; doğru, sallansa da yıkılmaz. Rosie Byrne’ün, Kate Moss’un, Madonna’nın üzerinde ışıldayan, bir yılda altı farklı koleksiyon çıkaran Hakaan’ı yanlış yazdığımızda, uzun yıllar internette düzeltileceğimiz kesin. Şenay Aydemİr (Radikal sinema eleştirmeni) ‘Bal’ gibi bir yıl geçirdi Şubatta Berlin Film Festivali’nde ‘Bal’ ile En İyi Film Ödülü’nü kazanan Semih Kaplanoğlu, sinemada tartışmasız yılın en fazla konuşulan isimlerinden biri oldu. Kaplanoğlu, ‘Herkes Kendi Evinde’ ve ‘Meleğin Düşüşü’ ile iyi bir yönetmen olacağının sinyallerini vermişti. Ama ‘Yusuf Üçlemesi’ adı altında çektiği ‘Yumurta’, ‘Süt’ ve ‘Bal’ onun sinemasında bambaşka bir evreye işaret ediyordu. ‘Yumurta’da Yusuf’un 30’lu yaşlarına, ‘Süt’te lise dönemine, ‘Bal’da ise çocukluk yıllarına götürdüğü seyircisini bir tür ‘manevi’ yolculuğa çıkarmayı başardı. Berlin’deki başarısı ‘iyi film’in göstergesi olarak yalnızca gişe rakamlarını gören ve hiç de azımsanmayacak bir etkisi olan kalem erbabına da iyi bir cevap olarak değerlendirilmeli. Kaplanoğlu yalnız Berlin’deki başarısıyla değil, ekim ayında Emir Kusturica’nın Altın Portakal Film Fesitvali’ne katılmasını protesto etmesiyle yılın tartışılan sinema insanlarının başında yer aldı. Ezgİ Başaran (Radikal yazarı) Aranan ilham kaynağı Elif Batuman’ı bilmiyorsunuz. Zaten bilseniz onun yazdıklarından başka şey düşünemezdiniz. Taze bir başarı Batuman. Tanımanız lazım. Komik, hüzünlü, neşeli, gevrek bir roman. Son yıllarda okuduğum en zeki metinler topluluğu. Geçen bahar ABD’de çıktı, The New York Times çok satanlar listesine girdi. ‘The Possessed’ (Ecinniler) adlı bu kitabın konusunu duysanız çok satacağına ihtimal vermezsiniz. Batuman’ın başarısı da bu zaten; favori Rus yazarlarının, Tolstoy’un, Puşkin’in, Isaac Babel’in, Dostoyevski’nin ve Çehov’un ayak izlerini takip ederek yazma eylemini, yazar olmayı öğrenmenin mümkün olup olmadığını anlamaya çalışıyor. İyi yazar olmak istiyorsan fazla roman okuma, hayatını yaşa ve yaşadığını yaz derler ya… ‘The Possesed’i okuduğumda bu sözün sınandığını ve Batuman’ın kazandığını görüyorum. Takıntılı bir biçimde Rus yazarların peşinden gitmek ölüyü diriltecek cinsten bir adrenalin pompasına, Woody Allen filmlerine konu olacak aşk hikayelerine, tatlı seyahatlere dönüşebiliyormuş. Mayıs 2011’de kitabın Türkçesi çıkacak. Ve biz onun ismi daha çok duyacağız. KEMAL KILIÇDAROĞLU E. Fuat KEYMAN (Akademisyen, Sabancı Üni.- Radikal Yazarı) Demokrasi, refah, katılım umudu oldu 31 Aralık 2009 günü, 2010 yılından beklentiler konuşulurken, herhalde CHP’de lider değişikliği olacağı, Deniz Baykal-Önder Sav ikilisi yönetiminin biteceği, CHP’nin iki kurultay geçireceği, Kemal Kılıçdaroğlu’nun sadece CHP Başkanı değil, bu kurultaylarla, CHP içinde lider konumuna geleceği, CHP yönetiminde daha milletvekili bile olmamış kişilerin olacağı, en genel düzeyde de ‘CHP acaba değişiyor ya da dönüşüyor mu( tartışmasının gerçeklik kazanacağı, kimsenin aklına gelmezdi. Fakat 2010’da ‘Burası Türkiye’ gerçeği bir kez daha kazandı: Türkiye siyasi tarihine geçecek bir ‘Kemal Kılıçdaroğlu ve yeni CHP’ gelişmesi, özellikle CHP içinde yaşandı. Taşlar, her otoriter yapıda olduğu gibi, öyle bir oynadı ki, imkansız biraz da abartılı bir biçimde gerçekleşti: CHP’de yerinden oynatılamaz ve kuntlaşmış ve kemikleşmiş ‘tek adam liderliğini’ simgeleyen Deniz Baykal-Önder Sav yönetimi 18 yıldan sonra bitti, Kılıçdaroğlu liderliği dönemi başladı. Özellikle son yedi ay içinde Türkiye, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adım adım, CHP’de lider oluşunu izledi ve tartıştı. Kılıçdaroğlu dönemi CHP’nin toplumla kucaklaşma, çalışkanlık, seçim kazanma, AKP ile siyasi rekabete girme, altını çizelim, niyetleriyle başladı. Bu gelişme, sadece CHP için değil, Türkiye’nin de çok yararına bir gelişmeydi. Kılıçdaroğlu’yla birlikte Türkiye’de merkez solun, sosyal demokrasinin, adalet, refah, katılım, birlikte yaşama kültürünün güçlenmesi umudu ve olasılığı arttı. İçine kapanmış, tepkici, sadece rejimi koruma temelinde muhalefet yapan CHP’den, tekrardan kitle partisi olma, toplumun farklı kesimlerinin sorunlarına eğilme ve ‘Siyaset yapıyorum’ diyen bir CHP’ye dönüşüm süreci, Kılıçdaroğlu ile başladı: En azından, bugün böyle bir umut, algı düzeyinde toplumda yaygınlaşıyor. Tüm bu, ‘imkansız denilenin olabilirliğe dönüşümünü’ simgeleyen gelişmelerin odak noktası olan Kemal Kılıçdaroğlu, 2010’da ‘Yılın siyasetçisi’ olmayı hak ediyor. 2011’se liderliğinin, ne derecede, umutların ve niyetlerin yaşama geçirilmesini başarabildiğini göreceğimiz bir yıl olacak: Kılıçdaroğlu’nu daha zor günler bekliyor. UĞUR VARDAN (Radikal Spor Müdürü) Yaşama sevinci aşıladı Türkiye’yi 2010’da, ‘12 Dev Adam’la takım sporları tarihinde en büyük başarıya taşıyan Bogdan Tanjeviç, öncelikle ‘yıldız’ kavramını bir kenara koydu ve hedefe, aşıladığı o ‘özel ruh’la ulaştı. Ülkemizde düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonası’nda finale kadar yürüyen ve nihayetinde ABD’ye boyun eğen ‘Devler’in teknik patronu, herkesin eşit derecede rol ve sorumluluk aldığı bir ekip yarattı. Kaptanlığını Hidayet Türkoğlu’nun üstlendiği takım, turnuva boyunca bütün eski hesapları kapattı ve herbiri ekol olmuş ekipleri birer birer saf dışı bıraktı. Bu süreçte de, uzun süredir kanser tedavisi gören Karadağlı koç hem kendisine hem de Türkiye’ye ‘yaşama sevinci’ aşıladı. Bu sayede ne mutlu ki düzey açısından, hayatımızda kapladığı yer oranında karşılığı olmayan futbolumuz bir süreliğine de olsa gündemin ikinci maddesine dönüştü. Tanjeviç ve ekibinin yarattığı etkinin ne kadar kalıcı olacağını ise yakın gelecekte basketbol alanındaki başarı ve yatırımlar belirleyecek. Ne olursa olsun, Karadağlı üstüne düşeni fazlasıyla yerine getirdi. Tarihteki yerini de çoktan aldı. JALE ÖZGENTÜRK (Radikal Ekonomi Müdürü) Patronlar Kulübü olarak bilinen TÜSİAD’ın ikinci kadın başkanı olan Ümit Boyner, Türkiye’nin büyük gruplarından Boyner’de 25 yıl yönetim katında görev yaptı. Eşi Cem Boyner’in siyasete atıldığı Yeni Demokrasi Hareketi döneminde sahaya çıkan Boyner, birçok sivil toplum kuruluşunda da çalıştı. Özellikle kadınların iş hayatında ve siyasette etkinliğinin artması için yıllardır Türkiye Kadın Girişimciler Derneği gibi kurumlarda çalışan Boyner, kadın vekil sayısının artmasını talep eden Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği için de bıyıklı fotoğraf çektirmişti. Türkiye’nin tartışmalı sürecinde kimsenin başkan olmak istemediği TÜSİAD’a başkan olan Boyner, 2010’da farkını ortaya koydu. Demokrasi, kadın hakları gibi konularda cesur açıklamalarıyla gündeme geldi. Diyarbakır’da halay çekip Kürtçe konuşarak Kürt sorununda ilk kez net tavır alırken, TÜSİAD’ın isminin değişmesi için de TÜSİAD’ın statükocularına karşı durdu. Ocak ayında TÜSİAD’ın isminden ‘işadamı’ kelimesinin çıkarılması kararını aldırdı. Yine bir konuşmasında demokrasi için “Tankların önüne geçerim” diyen Boyner, Türkiye’nin daha çok demokratikleşme yolculuğunda, önemli isimlerden biri olacak gibi görünüyor. İnan Aran (NTV Bilim Genel Yayın Yönetmeni) Akıllı, bilgili, hissi bir bilim insanı Çağan Hakkı Şekercioğlu, 2010 itibariyla dünyada son 10 yılın en çok atıf alan bilim insanları arasında ilk yüzde 1’in içinde. Kuyucuk Gölü’nün restorasyon projesiyle 2008’de Çevre Nobeli Whitley Gold ödülü de almış. Bunca akademik madalyanın bedeli ne olabilir ki? Gidelim dünyanın en sıkıcı insanlarından biriyle tanışalım. Maalesef! Bir kere akıllı. Seçtiği kelimelerden belli. Bilgili. Bir de yakışıklı, genç ve sevimli. Yerine göre fevri, hissi. Kısadan hazin bir çevre cinayeti anlatıyor. Stanford’dan Kars’a. Afrika’dan Kosta Rika’ya. Kuşlara ayılara, dağlara taşlara... Ölç, biç, göster, bak, düşün, yaz. Yetmedi, gel anlat. Utanmayla karışık tek düşünce geçiyor aklımdan: Demek böylesi de oluyor! NTVBLM işte bu gerekçeyle Çağan Şekercioğlu’nu sadece 2010’un değil, son 100 yılın en mühim bilimcilerinden kabul ediyor ve kendisiyle çeyrek saat muhabbet etmenin mutluluğunu yaşıyor. Ahu Antmen (Radikal sanat eleştirmeni) En can sıkıcı konuyu göz alıcı kılabilmek İstanbul Modern’deki retrospektif sergisiyle son 20 yılının birikimini gözler önüne serdi, hayatının toplamını ve anlamını bir bütün halinde ortaya koydu. Dünden bugüne farklı zamanlarda farklı yerlerde dağınık görünen işlerini topluca görebilmek, Kutluğ Ataman’ın kim olduğu sorusunun çok net bir yanıtını vermiş oldu: O uluslararası ölçekte günümüzün en dikkate değer, en önemli sanatçılarından biri. Bunun birkaç nedeni var: Çağımızın mecrası sayabileceğimiz filmle yaratıcı biçimde uğraşıyor; her defasında ifade biçiminin anlatım olanaklarını araştıran, sorgulayan, dönüştüren bir yaklaşım benimsiyor. Video sanatının olanaklarını mekansal olarak kullanma biçimi açısından çok gösterişli, hatta barok diyebileceğimiz bir ifade biçimi var ama bunu tam dozunda yapıyor. İlgi alanlarını, tutkularını, saplantılarını hiç çekincesizce ortaya koyma cesareti olan, duruşu, tavrı olan bir sanatçı. Ayrıca ‘toplumsal’ olandan yana tavrını kitabi bir mesafeyle değil, yoğun bir duyguyla ifade edebiliyor. Belgesel ile kurgu arasındaki ilişkileri irdeleme biçimiyle bir yandan bugünün görsel kültürünün bir sorgusunu yapıyor, bir yandan da algılama biçimlerimizi yeniden gözden geçirmemizi öneriyor. İlk geniş kapsamlı retrospektif sergisinin İstanbul’da gerçekleşmiş olması da ayrıca sevindirici: İstanbul gibi çokboyutlu, çok katmanlı bir sanatçıdan, İstanbul’da yaptığı bir orta-yaş muhasebesi...