Düşünenlerin Düşüncesi

Düşünenlerin Düşüncesi

dusunce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

“... Savaşlarda en çok ölümler ilerlemenin en fazla olduğu modern zamanlarda gerçekleşti. Bugün de bölgesel savaşlarda yine on binlerce insan hayatını kaybetmeye devam ediyor. Dinlerle değil ama bilim ve teknikteki ilerleme ile savaşlar ve ölümler arasında bir bağ kurmak için daha fazla nedenlerimiz var...”

Bilim ve teknik gelişmelerin geleneksel dinlerin işini bitirdiği tezi yeni olmadığı gibi bunu ateşli bir şekilde dile getiren ilk kişi de Harari değil. 19. Yüzyıl bilime duyulan inancın zirve yaptığı, tüm sorunların ve bilinmezlerin bilim marifetiyle çözülüp açıklanacağı, dolayısıyla sır, gizem, Tanrı, din konularının da artık tarihe karışacağı tezini çok daha ateşli şekilde savunan pozitivist kalemler, buna kuvvetle inanan çok sayıda insan vardı. Aynı zaman diliminde Sosyal Darvinistlerin (tabiat güçlünün zayıfı yenmesiyle mükemmele gidiyorsa aynısı topum için olmalı), Öjenistlerin (genetik bilimi marifetiyle ırkların ıslahı) bilimsel görüşlerin ortaya çıktığını unutmayalım. Nietzsche, Harari’nin utangaç biçimde söylediğini bir yüzyıldan daha fazla zaman önce açıkça haykırmıştı: “Tanrı öldü.” (Elbette Harari bir Nietsche değil.) Öte yandan August Comte sosyolojinin teşekkülünde büyük emeği olan bu bilim adamı, sonunda bu bilimden bir din çıkartmaya çalışmıştı. Fakat gelişmeler bilimsel ilerlemenin yeni bir imana dönüşmesine mani oldu. İki dünya savaşı ise bilim ve teknik konularına farklı bir şüpheci bakış kazandırdı.

Haberin Devamı

Öte yandan insanın “geleneksel dinlerin iki kalesi tarım ve sağlık alanında hiç de iyi olmadıkları” tezini bu kadar kendine güvenle söyleyebilmesi ancak klişe bir bakış açısına sahip olmasıyla mümkündür. Sanki bilimsel gelişmeler dediği alan her zaman “günümüzün” parlak dehasıyla damgalanmış bir mecra içinde idi fakat insan denen gafil varlık yüzünü dine ve onun “illiyet bağlarından yoksun” çözüm yollarına çevirdi. Daha bir asır önce psikiyatri hastalarını soğuk suya batırarak, sopa ile döverek “akıllandırmak” bilimsel bir yöntemdi. M. Foucault, “Deliliğin Tarihi”nde tıbbi bilimsel yöntemler hakkında hayli açıklayıcı örnekler sunar değerlendirmeler yapar. Thomas Kuhn ise Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda, “episteme ve paradigma” üzerinden ve arkasındaki iktidar ilişkileri ile birlikte bilimsel düşüncenin gelişmesini veciz bir şekilde ortaya koyar.

Haberin Devamı

Alanda çok sayıda kıymetli eser olduğunu ve bunların varlığının kestirme hükümlere izin vermeyeceğini bilmek gerekir. Öte yandan birçok tıbbi tedavi hasta kadar onun tabi olduğu sosyal ilişkiler ağı ve oradaki tayin edici normlar sistemiyle derinden bağlantılıdır. Kabiledeki “ruhu şeytan tarafından ele geçirilmiş” hastanın tedavisine koşan büyücü, şaman, bireyin sisteme tabi içsel süreçlerini olumlu yönde harekete geçirmeye yönelik bir işlevi yerine getirir. Rollo May, “Yaratma Cesareti”nin girişinde buna atıf yapar. Aynı yöntemin “modern bireyin” içine işlemeyeceği hususunda herhalde hepimiz teminat verebiliriz. Fizik ile metafizik düzeyin birbirinden ayrılması diyeceğimiz süreci üç yüz yıldan geriye götüremezsiniz. Kaldı ki bugün dahi iç içe geçişler vardır. Temel üretim tekniğinin tarım olduğu zamanlarda “kutsal ya da mistik olanın” tarıma ilişkin aynı zamanda “yegâne” bilme biçimi olduğunu atlamamak gerek. Dinler aslında tekniğe ilişkin ayrıntılı bir planlama yapmazlar, fakat insanların dinleri bilme biçimi gri alanda bu tür yorumlara imkân verir. Harari insanın kutsalla ilişkisini çok kabataslak ve eskiz düzeyinde görmektedir.

Haberin Devamı

‘Hata, insanı atlamaları’

Burada din konusunu tartışacak değilim. Fakat üstat dahil bu mecrada yer alanların düştüğü temel bir hata, dini analiz ederken insanı atlamaları. Oysa dinden bahsediyorsak, aslında bahsettiğimiz aynı zamanda insandır. Kabaca söylersek insan, iyilik ve kötülük arasında dramatik bir varlık olarak insan ve hayatına en derin manayı kazandıran da tam bu nitelik. Din ise bu sahih insana tekabül eden anlam dizgesi. İster ilahi olduğuna inanın ister dünyevi olduğunda ısrar edin, netice değişmez: Din ve insan birbirini tamamlar. Dinler insanları melek yapma iddiasında değildirler, kötülüğün, zalimliğin önüne geçmek güzel ahlakı yaygınlaştırmak isterler. Ama bunu sıfır hata ile gerçekleştirmeyi hiçbir din vaat edemez çünkü böyle bir durum hayatın olağan akışına, insanın sorumluluğuna hayata hayatiyetini veren dramatik duruma uymaz. (Din sanki gereksiz yere bir alanı tuttuğu için kötülükler oluyor ve tüm bunlara mani olacak bir başka “şey” her ne ise- bu yüzden bir türlü insanlık ile buluşamıyor duygusunu ruh gibi ikide bir çağırmanın gereği yok.) Savaşların, katliamların nedeni insandır, çağlar, şartlar, saflar, kimlikler, anlamlar değişir ancak gerilim, şiddet, savaş değişmez. Savaşlarda en çok ölümler ilerlemenin en fazla olduğu modern zamanlarda gerçekleşti. Bugün de bölgesel savaşlarda yine on binlerce insan hayatını kaybetmeye devam ediyor. Dinlerle değil ama bilim ve teknikteki ilerleme ile savaşlar ve ölümler arasında bir bağ kurmak için daha fazla nedenlerimiz var.

Ne yapabiliriz? Belki en iyi ihtimalle şiddeti ve savaşı rehabilite etme yolları üzerine çalışabiliriz. Konu derin. Elbette Harari’den Dürkheim’in “Dini Hayatın İlkel Biçimleri” tarzında bir çalışma beklemiyoruz. Ancak bunca asır insanlığa eşlik etmiş, nice çağdan, devirden, episteme ve paradigma değişikliklerinden geçerek zamanımıza gelmiş, aynı zamanda geleceğe yürüyen bu dinlere, onun insan hayatında oynadığı role, insanların dinle olan ilişkilerine, daha saygılı ve ihtimamlı, bir parça da mütevazı bir bakış gerekmez mi? İlla inanıyor olmak gerekmez. Sonuçta inanmamanın da bilme kategorisi olarak bir “iman” konusu olduğu hususunu ıskalayıp elindeki bilimsel mühimmatın yeterliliği hususunda bu kadar kendinden eminlik biraz fazla olsa gerektir.

Burada bir örneği zikretmekte fayda var. P. Feyerabend üniversitede bir grup hocanın astrolojinin yaygınlaşması karşısında bilimsel bir duruş sergilemek için yıldızlarla insanların kaderleri arasındaki bağların saçmalığı, illiyet bağının yokluğu üzerine bir metin kaleme alıp kendisinden imzalamasını istediklerinde, Feyeraband’ın hayır dediğini hatırladım. Gerekçe olarak, bu tuhaf ve muazzam ölçekte şaşırtıcı hallerle dolu dünyamızda bilimin sınırlı imkânlar içerisinde ulaştığı verilerin böylesi bir kesinlik için yeterli olmadığı düşüncesini ileri sürmüştü. Feyerabend abartılı bir örnek olabilir ama dünyanın şaşırtıcılığı ve bilimin sınırlılığı, elimizdeki imkânlarla aydınlattığımız alana yönelik sürekli septik bir muhakemenin bizlere eşlik ettiğini unutmamak gerekiyor.

Hafife alınan milliyetçilik

Doğrusu “milliyetçilik” konusunu da hayli hafife aldığını, -belki de kitabın genel yazım tekniğine uygunken çağdaş bir filozof beklentisinin doğurduğu hayal kırıklığı nedeniyle böyle- konuyu ortak güçlüklere karşı işbirliği esaslı değerlendirdiğini, şüphesiz haklı olarak şovenliğe itiraz ederken, “faydalı bir icat olarak vatanseverliği” övdüğünü görüyoruz. Milliyetçilik, modern zamanlar, ölçeklerin değişmesi, yükselen yeni sınıflar, halkın bir siyasal fail haline gelmesi vs vs. nice sebeple bağlantılı. Dünya, kişinin kendini anlamlandırması için fazla büyük, mahalle, şehir ise fazla küçük. Milliyetçilik bu yenidünyada ona bir kimlik ve anlam sunuyor. Althusser’in “ideolojiye” ilişkin şu seslenme ve duyma metaforuna bir kez daha dikkat etmekte fayda var. İnsanların, somut şartları itibariyle kulakları bu kadar ayarlı olmasaydı, milliyetçilik coşku dolu kalabalıklar nezdinde karşılık bulmazdı. 19. Yüzyılda Marks’ın proloteryaya gönderdiği mektubun niçin milliyetçiliğe gittiği üzerine “bir nefes tekniği” gibi durmak gerekir. Buradaki derin süreçleri ıskalayıp üç cümlede tavşan resmi çizmek uygun bir çözümleme tarzı olamaz. Şu faydalı icat ifadesi bile bağlam içinde “tarihsel bir yanılsama” çağrışımı üzerinden hor görüye davetiye çıkartıyor. Muhakkak insan “tarihsel bir varlık”. Her tarihi dönemin kendi “hakikati” var. Hakikati oluşturan ise ona hayatiyet veren nedensellikler. İlliyet bağları iyi kavranmazsa, olan biteni kişi keyfe keder bir durum olarak anlayabilir. Bizatihi yazarın kendisi de bir tarihsel hakikat düzlemi üzerinden konuşmuyor mu?

Harari milliyetçiliğin alt başlığı olarak “Küresel sorunlara küresel cevaplar gerek” buyurmuş. Milliyetçilik ise bu cevapların oluşturulmasına engel olarak zikrediliyor. Ortada bir küreselleşme olduğu doğru. Ama her şey mi küreselleşiyor? Mesela bir açıdan bakarsanız küresel ölçekte sınıflar oluşuyor. En zengin yüzde 1 artık dünya gelirinin yüzde 50.12 sine sahip. Sürekli daha yukarıya gidiyor bu oran. Buyurun, küresel bir cevap oluşturun. Kim ile hangi kurum üzerinden ve ne tür müeyyideler marifetiyle yapacaksınız bunu? Harari’nin kitabından elimizde sadece nefes tekniği var. Herkes nefesine yoğunlaşsın, böylelikle Pascal’ın “bütün insanlık aynı anda intihar etse herkes kendi başına ölür” dediği bir yalnızlıktan öte elimize ne geçecek?

‘Görmek istediğini görüyor’

Başka bir açıdan ise milletlerin bir sınıflamaya tabi olduğunu unutuyor muyuz acaba? Hani şu az gelişmişler, gelişmekte olanlar, gelişmiş ülkeler vs. Buradaki küresel sorunları kim, hangi yöntemler ve işbirlikleri ile çözmeye kalkışacak, gelişmenin daha adaletli dağıtılmasını kim sağlayacak? Acaba milliyetçiliklerden önce başka engeller yok mu? Belki kader ortaklığı içindeki milliyetçiliklerin bir arada yapabilecekleri, farazi bir takım değerlendirmelerden daha fazla önem taşıyordur. Ayrıca küreselleşme konusunun tek yönde bir etki ile yürüdüğünü kim söylüyor? Küresel ölçekte yerelleşmeler var. Dünya makro ve mikro yapılara doğru ilerliyor. Harari sanırım sadece görmek istediğini görüyor. Belki asistanları diğer konulara ilişkin yeterli çalışmayı yapacak zamana sahip olamamışlardır, kim bilir?

Üstat beş sayfada Tanrı başlığı altında “adını boş yere anmayın” diyerek en ilgi çekici mevzulardan birisini daha “gözler önüne seriyor”. Bir buzdolabı hakkında konuşmak için bile az çok prospektüsüne bakıp işin mekaniği hakkında bilgi sahibi olduktan sonra konuya dalabilme cesaretini gösteren insanoğlu, nedense, başlık Tanrı olunca, kendisinin dolaysız iç görüsüne çok daha fazla güveniyor. Bilgi mi? Canım, konu matematik mi? Oysa “el kitabı” değilse de insan kardeşlerimizin “Tanrı” ile ilgili tarihsel tefekkürleri hakkında bilgi olmadı en azından fikir sahibi olması, bizi cahil cesaretinden korumaz mı? Aslında Tanrı konusu dahil başlıklar hakkında kitabı okurken Cehalet kısmının altında yazan “Sandığınızdan daha az şey biliyorsunuz” cümlesindeki 2. Tekil şahsı insan 1. Tekil şahıs olarak okuma arzusu duyuyor. Bir konudaki derin ilgi ve birikim hariç: En tartışmalı konular hakkında “modern ve popüler” nirengi noktalarına altın vuruş yapma hususundaki sağlam müktesebat.