Filiz Aygündüz

Filiz Aygündüz

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Mıh gibi aklımda tutarım Leylâ Erbil’in “Yaralı doğar bütün insanlar; anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce” cümlesini. Özellikle birine kızdığımda, kırıldığımda hatırlarım. Hangi yaranın sonucudur, dilinden akan baldıran zehri diye düşünürüm. Nasıl bir hikâyenin içinde açılmıştır o yara? Anlaşılmamış hikâyeleri insanları acılaştırır mı? Yeterince sevilmemiş olmak, bir hikâyenin seyrini değiştirir mi? Düşünür dururum.

Galiba hikâyesini anlamadan, bir insanı anlamak da mümkün değil. O kadar çok yara ve o kadar çok insan hikâyesi var ki... Onları öğrenmenin en iyi yollarından biri de edebiyat kuşkusuz. İşte tam da bu noktada tavsiye edilebilecek, son dönemlerin en iyi kitaplarından biri Şermin Yaşar imzasıyla Doğan Kitap’tan çıktı geçtiğimiz günlerde: ‘Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu’. Leylâ Hanım’ın ‘yaralı’ tabir ettiği insanlar, tadı damakta kalan bir üslupta arzı endam ediyorlar Yaşar’ın kitabında. Toplam on dokuz öykü. On dokuz insan hikâyesi.

Haberin Devamı

Cenazede yakalara takılan fotoğraflardan koleksiyon yapan bir adam. Yüklükte ölmüş kocasının protez kolunu bulunca mutluluktan uçan Ferhunde Hala. Annesine hayattaki en büyük travmasını hatırlatan ismini, ceza gibi taşıyan Nurşen. Kocası Vecdi’nin mezalimini, ona çiçek açtırarak sonlandıran Refiye Teyze. Defteri başkasının sözüyle babası tarafından kapatılan, mutsuz bir evlilikle ciltleri paramparça bir deftere mahkûm edilen Fehime. İnsanla kuramadıkları ilişkiyi bir abajurun ışıltılı taşlarında parlatmaya çalışan Neval-Fikri çifti. Otobüste gördüğü genç bir kızı kız kardeşleri arasına katıp, hiç tanımadığı bu kızıl saçlı kıza, onun haberi olmadan abilik yapan öğretmen. Cimriliğin kitabını yazacak kadar ustalaşmış, harcamaya kıyamadığı parası için hayatını harcamış Muzaffer Bey. Bileklerine, gerdanlarına takılan hikâyesiz, inceliksiz altınların mutsuzluğu yüzünden tümünü çalan hırsızını affeden Gülseren Hanım...

Her birinin yarasını, anlaşılma, sevme, sevilme ihtiyacını öyle derinlikli bir anlatımla hikâyeleştiriyor ki Şermin Yaşar, o insan gelip oturuyor karşınıza, bırakıp da diğer öyküye geçemiyorsunuz uzun zaman. Çoğu hikâyede gözünüze yaş düşürüyor kalemiyle. Ama orada koyup gitmiyor sizi, iki satır sonra zekâ yüklü nefis bir mizahla bu kez kocaman bir gülümseme oluyor yüzünüzde. Zaten kitaba Fatih Yaşar’ın türküsünden seçtiği şu epigrafla başlıyor: “Sırlarımı söyledim dağlara dumanlara / Ben yazarken ağladım okurken de sen ağla”. İçime içime çok ağladım ben, okurken Şermin Yaşar’ın öykülerini. Ama dediğim gibi bir o kadar da güldüm. Gülmekle ağlamayı benzersiz bir lezzet içinde buluşturmuş, edebi bir cennet taamı hazırlamış Şermin Yaşar.

Haberin Devamı

Kitap, bu yaz, evlendikten üç ay sonra kaybettiği sevgili eşine ithaf ettiği hikâyeyle sona eriyor. Bir kadının eşinin ölümünden sonra geçen 40 gününü anlatıyor. Acının tüm vakarıyla ilmek ilmek örüldüğü bir ağıt bu. Tek kelime fazlası, tek kelime eksiği olmayan bir yas hikâyesi. Ölümü de sevdaya dâhil etmiş. 36 yaşında bir kadının bir ömür süren hayat bilgisi dersindeki en zorlu sınavını okurken bu öyküde, ‘bana bir şey olmaz’ yalanıyla savdığımız ölümün o kadının kalbinde tutuşturduğu orman yangınının içinde buluyoruz kendimizi. Ağlamak ne ki... Yalan değil, yanıyoruz.

Haberin Devamı

Velhasıl, has edebiyat kulvarında sağlam adımlarla ilerlemeye devam ediyor Şermin Yaşar. Türk edebiyatının son yıllarda başına gelen en iyi yazarlardan biri olarak...