Gündem Hiçbir zafer kendi başına gaye değildir

Hiçbir zafer kendi başına gaye değildir

30.08.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:

.

Hiçbir zafer kendi başına gaye değildir

Prof. Dr. Seçil Karal Akgün Başkent Üniversitesi Ord. Prof. Enver Ziya Karal Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü

Haberin Devamı

“Hiçbir zafer kendi başına gaye değildir.  Zafer, ancak kendinden daha büyük olan bir amaca ulaşmak için en belli başlı bir vasıtadır. Amaç, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilmesine hizmeti  oranında değer taşır. Bir fikrin elde edilmesine dayanmayan bir zafer, sağlam ve kalıcı olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden,  her büyük zaferin kazanılmasından yeni bir alem doğmalıdır. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur”. Atatürk’ün  askerlik hakkında duygu ve düşüncelerini anlatmak için 1914’te yazdığı “Zabit ve Kumandanla Hasbıhal” başlıklı kısacık, fakat anlamlı yapıtındaki  bu sözleri, 100. yılını kutlamakta olduğumuz Büyük Zafer’le tam tamına örtüşmektedir.    

Haberin Devamı

Doğu için ümit ışığı oldu

Bu bağlamda  26 Ağustos’ta Afyon’da  başlayan, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da düşman birliklerinin büyük bir kısmının imha edildiği Başkumandan Meydan Muharebesi de  sadece Türk ordusunun 9 Eylül’de İzmir’i, 10 Eylül’de de Bursa’yı Yunan işgalinden  kurtardığı  Büyük Taarruz’un sonunda kazanılmış askeri bir zafer değildi. Öncesiyle-sonrasıyla yeni bir Türkiye’nin doğmak üzere olduğunun göstergesi, Türk halkı içinse bağımsızlığının  müjdecisiydi. Yurt içi, yurt dışı, düşünsel ve insani boyutları çok geniş olan bu zaferden sonra yalnız Türkiye için değil,  çarpışmış taraflar için de tam da Atatürk’ün  sözlerindeki  gibi yeni bir alem doğdu. Türkler için bu yeni alem, çağdaş Türkiye Cumuriyetiydi.  Yayılmacı devletler için Dünya Savaşı’ndan  beklentilerinin sonuydu.  Ezilen ülkeler  içinse  sömürgeciliği sarsan, hakça, adilce bir dünyaya açılan kapıydı.  Bu köklü değişimi  yine  Atatürk’ün iki sözünü hatırlatarak açıklamak isterim. Bunların biri, Büyük Taaruz’dan kısa bir süre önceki “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. ...çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır.” sözüdür. Gerçekten de Türklerin bu güçlü savaş sonunda bağımsızlık kazanması ezik doğu ülkelerine kendi bağımsızlıklarını kazanmaları için bir ümit ışığı oldu. Bunun içindir ki soyadı yasasını izleyen yıl 18-24 Nisan 1935’de İstanbul’da toplanan Dünya Kadınları Kongresi’nin sonunda Atatürk’ü Ankara’da ziyaret eden delegeler arasından Mısırlı kadın gazeteci Şitti Şaravi ona ezilen tüm doğu ülkelerine açtığı ışıklı yoldan dolayı soyadının Ataşark (Atadoğu) olması gerektiğini söylemişti. 

Haberin Devamı

Bağımsızlık kavramı

İkinci sözü de “Bugün günün ağırdığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum....Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır”. 

Onun bu sözü kişisel hırslar ve çıkarlara odaklanan yönetimler süregeldiğinden henüz gerçekleşemediyse de emperyalizm ve  temsil ettiği baskının yok olması için mücadeleler sürmekte. Hatta Türkiye bile bu kavramlara karşı kazandığı Büyük Zafer’in 100. yıldönümünü kutlarken bağımsızlık kavramını anlayamamış  yönetimlere teslim olmuş durumda. Oysa zaferler sevindiricidir, çoşkulu kutlamalar da ulusal birliği güçlendiren, toplumların   moral gücünü arttıran olaylardır. Ne var ki, zaferlerin kazanıldığı  aşamalarda  sorumluların  göğüslemek zorunda kaldığı koşullar öğrenilmeden bu parlak sayfaların   toplumlar için yaşamsal öneminin  anlaşılamayacağı, kutlamalarınsa  güne, hatta saate özgü kalacağı da bir gerçektir. Bunun içindir ki kıvançla kutladığımız  Büyük Taaruz’un tam anlamıyla bilincine varılabilmesi  için  ortamı hakkında birkaç hatırlatma kuşkusuz yerinde olacaktır.

Haberin Devamı

Saltanattan beslenenler

Öncelikle vurgulamak gereken, bu güçlü adım atılırken,  okul sıralarında öğrendiğimiz gibi  herkesin Kurtuluş Savaşı’nın önderi  Atatürk’ü  bağrına basmadığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışını, düzenli ordunun kurulmasını alkışlamadığı; Türk halkınınsa  hiç de tek yürek çarpmadığıdır. Gerçekte, Türk bağımsızlığının ve ulusal bütünlüğünün iç ve dış karşıtları  çoktu.  Atatürk’ün daha Amasya Genelgesi ile hedefin ulusun egemenliğinde bağımsız, laik bir Türkiye olduğunu göstermiş olmasına karşın, teokratik saltanat yönetiminin güçlendirilmesini bekleyen ve isteyenler hiç de az değildi. Hele Atatürk’ün önderliğinde başarıyla ilerleyen Kurtuluş Savaşıyla Türk topraklarının işgallerden kurtarılacağı kanısı pekiştikçe, sonra ne olacağı, kimi kafaları kurcalar olmuştu. 

Haberin Devamı

İç karşıtların bir kısmı, saltanat yönetiminin sağladığı çıkarlarla beslenenlerdi ve  liyakata, ulusun kararlarına dayalı bir yönetim, onların korkulu rüyalarıydı. Bağımsızlık hedefinin karşısına dikilen bir başka kesimin nedeni ise cahillikti. Atatürk’ün Türk halkına ve orduya güvenerek başlatıp sürdürdüğü bu mücadeleyi, dünya tarihinin eşitlik ve demokrasi yönündeki gelişmelerini izleyerek  bilime,  insan haklarına  dayanarak yürüttüğünü cahil bıraktırılarak göremeyenlerdi.

‘Düşünüyorum öyleyse varım’

Dış karşıtlarsa, Türk topraklarını  işgal etmiş olan ve bağımsız bir Türkiye’de elde bir saydıkları sömürüyü  gerçekleştiremeyeceklerini kavrayan yayılmacı devletlerdi. İkisinin ortak amacıysa, Atatürk’ü  hedef alarak bağımsız Türk devletinin kurulmasını engellemekti.  Atatürk bunların karşısına Batı’yı geliştiren ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ ilkesinin bilimsellik, eşitlik, hak, hukuk ve adalet kavramlarıyla  dikildi.  Kurtuluş Savaşı’nı da sadece ülkenin  işgalden kurtarılmasına değil,  ulusun egemenliğinde laik, demokratik,  bağımsız Türkiye’nin  kurulmasına odakladı. O özenli yönetimiyle askerin kalbini, halkın desteğini  kazandıkça artan askeri her başarının kurulacak ulusal, çağdaş Türkiye’yi yaklaştırdığını anlayan iç ve dış düşmanlarsa, toplumu, hatta TBMM’ni Atatürk’ün  başlattığı mücadeleye karşı örgütlemekte birleşiverdiler.  Hatta Meclis’te bu iki gücü besleyen  gruplar  oluştu.

Hiçbir zafer kendi başına gaye değildir

Bilimsel bir zaferdi

Başkumandan olarak yönettiği  Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruzla yurdu düşmandan kurtaran Atatürk’ün karşısına çıkan olumsuzluklar  bu kadar değildi. Örneğin, İngiltere’nin hala desteklemekte olduğu Yunan ordularının er-geç Anadolu’yu boşaltmak zorunda kalacağı  kavranmış olsa da Hellenizmi yaşatmak için Çanakkale’den İzmir’e uzanan Ionya Devleti kurulması girişimi göz ardı edilemeyecek  olumsuzluklardan biriydi. Bir başkası da Kurutuluş Savaşı’nın altın sayfası olan  Başkumandan Meydan Muharebesi kazanıldıktan sonra Türkiye, zaferin askeri belgesi olan Mudanya Silah bırakışması kararları doğrultusunda  barışa doğru yürürken Atatürk’ün karşıtlarının  onun gelecekte Türkiye’nin  siyasal  yaşamında yer almamasını sağlamaya çalışmasıydı: 2 Aralık  1922’de  seçim yasasında değişiklik yapılması için sunulan yasa tasarısında  TBMM’ye seçilebilmek için Türkiye sınırları içinde doğmuş olmanın, ya da adaylık için  bu sınırlarda 5 yıl sürekli aynı  yerde oturmanın öngörülmesi, doğrudan, Selanik doğumlu, üstlendiği büyük sorumlulukla cepheden cepheye koşarak hiçbir yerde sürekli oturamamış olan Atatürk’ü  Meclis dışında bırakmak üzere hazırlanmıştı. Kısacası, örneklenen olumsuzluklar içinde gerçekleşen  Büyük Taarruz sadece Yunan ordusuna karşı bir askeri harekat değildi; kazanılan zafer de sadece askeri bir zafer değildi. İşgal devletlerine,  emperyalizme ve Türkiye’yi bu güçlere teslim etmeye hazır iç düşmanlara karşı kazanılmış askeri olduğu kadar da bilimsel bir zaferdi. 

Meclis sanıldığı gibi güdümünde değildi

Önce TBMM’nin düzenli ordusuna karşı İngiliz desteğiyle Hilafet Ordusu kuruldu; bağımsızlık mücadelesini durdurmak için de gücünü Osmanlı Hükümeti’nden  ve emperyalist ülkelerden alan iç ayaklanmalar çıkarıldı. 1921 Temmuz’unda Afyon ve Kütahya’yı işgal eden Yunan ordusu Ankara’ya doğru ilerlemeye başladığında Mecliste  yenilgiye kesin gözüyle bakan Mustafa Kemal  karşıtları, onun tükenişini görmek için ordunun başına geçmesini istediler. O Yunan ordusuna  karşı çarpışmaları bürokratik gecikmelere takılmadan yönetebilmek için Meclis yetkilerini de kullanabilmek üzere Başkumandanlığı üstleneceğini bildirince, Osmanlı  hükümdarına ait olan bu görevin verilmesiyle saltanat  yetkilerinin bir boyutunun daha elden kaçırılacağını kavrayanlar tavır almaktan geri kalmadılar. Yine de TBMM  5 Ağustos 1921’de  onanan yasa ile  Atatürk’ü  üç ay için Türk ordusunun Başkomutanlığına getirdi. Bu yetkiyle yönetip kazandığı 21 gün süren Sakarya Meydan Muharebesi  sonunda Ankara’nın 50 km. doğusuna dayanmış olan Yunan ordusu, Afyon-Eskişehir hattına itildi. Ne var ki Mecliste  süresi doldukça uzatılan   yasa, tekrar uzatılmak üzere  gündeme getirildiğinde Sakarya’dan sonra askeri harekat yapılmadığı eleştirisi ve Başkumandanlık makamının  Meclisin haklarını gasp ettiği gerekçesiyle kaldırılmak  istendi.  Atatürk’ün  ulus moralman,  ciddi bir  ayrılığa girmiş olan  meclis  siyasal açıdan, ordu da  donanım bakımından yeterince güçlenmeden  yapılacak  askeri  harekatın  beklenen sonuca ulaşamayacağını   açıkladıktan sonra, yasa gereği tüm Meclis yetkilerini üzerinde toplamış kimse olarak düşman karşısında orduyu başsız bırakmam, bırakmamam diyerek  duruşunu bildirdiği tarihi 5 Mayıs oturumdaki oylamadaki 15 çekimser, 11 red ve sadece 177 olumlu oy hem Meclis’in sanıldığı gibi Atatürk’ün güdümünde olmadığının bir göstergesi, hem de Büyük Taarruz öncesi TBMM’nde onu desteklemeyenlerin çokluğunun acıklı bir tablosudur.