Kültür Sanat Edebiyatımızın en meş'um kadını Selma

Edebiyatımızın en meş'um kadını Selma

16.02.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Peyami Safa’nın Server Bedi müstearı ile yazdığı ve nedense üstada sahip çıkılmak adına yıllardır gün yüzü gösterilmeyen romanı "Selma ve Gölgesi" nihayet yeniden yayımlandı. Yazarın en iyi romanlarından olan eser, içerdiği psikolojik tahliller, femme fatal kadın tipi ve muhafazakâr motifleriyle üzerinde durulması gereken bir roman

Edebiyatımızın en meşum kadını Selma

A. Ömer Türkeş - Milliyet Sanat

Alkım Yayınları, Peyami Safa romanlarının telif hakkını geçtiğimiz yıl satın almış ve yeni bir edisyon başlatmıştı. Üstadın romanları başka bir yayınevi tarafından sürekli dolaşımda tutulduğu için, Alkım’ın edisyonu romanları -ucuz ve çok satmak dışında- yazara ve okuyucuya önemli bir getiri sağlamadı. Ancak Peyami Safa’nın Server Bedi takma ismini kullanarak yazdığı “Selma ve Gölgesi”nin yayımlanması, bana göre edisyonun çehresini değiştiriyor.

Yazarın her iki isim altında yazdığı, sayısını bilemediğim kadar çok romanı arasında en iyilerinden biri olan ve nedense üstada sahip çıkılmak adına yıllardır gün yüzü gösterilmeyen “Selma ve Gölgesi”, içerdiği psikolojik tahliller, femme fatal kadın tipi ve muhafazakâr motifleriyle üzerinde durulması gereken bir roman. Ama söze Peyami Safa’yla başlamak gerekir.

Peyami Safa’nın meseleleri
Edebiyat alanına Yirminci Asır’da imzasız olarak yayımladığı “Asrın Hikayeleri” ile başlayıp, art arda gelen romanları ile edebiyat alanında derin bir iz bırakan Peyami Safa, 1899’da İstanbul’da doğmuştu. Dedesi Mehmet Behçet efendi ve babası İsmail Safa Bey şairdiler. Annesi de eğitimli bir aileden gelen Server Bedia Hanım’dı. Dönemin baskıcı rejiminin gadrine uğrayan babası Sivas’ta sürgündeyken öldüğünde henüz iki yaşında olan Safa, çocukluğunu ve gençlik yıllarını hastalıklarla boğuşarak geçirdi, öğrenimini kendi kendine ilerletti ve yine kendi çabasıyla Fransızca öğrendi. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, I. Dünya Savaşı’nın ardından gazeteciliğe başladı. Yirminci Asır, Son Telgraf, Tercüman-ı Hakikat, Tan ve Cumhuriyet gazetelerinde çalıştı. 1961 yılında beyin kanaması sonucu öldüğünde, Son Havadis gazetesi başyazarıydı.

Ahmet Hamdi Tanpınar’dan sonra Türk edebiyatında muhafazakârlığın ilk akla gelen temsilcisi Peyami Safa, romanlarının barındırdığı fikriyattan ziyade, “mana”larını yitirmiş roman kişilerinin psikolojik çözümlemelerini derinlemesine aktarabildiği için başarılıdır; “Mahşer”de (1924) Harp yıllarını salon köşelerinde kadınlı erkekli eğlence alemlerinde geçiren yüksek sınıfın düşkünlüğünü, “Sözde Kızlar”da (1925) toplumdaki ahlaki çöküntüyü, “Canan”da (1925) “kendisini damla damla satan ve erkekleri kıvrandıran” bir kadının karakter bozukluğunu, hepsinde de kadın vücudu üzerinden işlerken Doğu-Batı sorununa daha çok ahlaksal açıdan bakar; Batı’yı maddi zevkleri ve değerleri amaç edinmişlik, Doğu’yu ise manevi değerler ve zevkler arayan bir erkek kimliğiyle anlatmaya çalışır. Peyami Safa romanlarında kadın karakter üzerinden temsil edilen Batı, aynı zamanda insanın alt etmesi gereken nefsidir.

Sorunsalı mekansal farklılıkla zenginleştirdiği ve meselesini biraz daha derinleştirdiği “Fatih-Harbiye”de (1931) de Batı’ya kapılan yine kadın, Doğu’yu savunan ve bir sentez peşinde koşan erkektir.. Eski ve asil bir ailenin iyi yetişmiş ve değerlerini koruyabilmiş kızı Mualla ile kültürlü, Hıristiyan bir kadın olan Vildan arasında, yani Doğu ile Batı arasında kalmış bir roman yazarının tereddütleri ve onun kadınlar, kültürler çatışmasında bir tercih yapmayı red ederek bir başka yeniyi, sentezi aramak üzere onları terk edişi üzerine kurulan hikayesiyle “Bir Tereddüdün Romanı”  (1933), yine allegorik, yine erkek merkezlidir.

“Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”nda (1949) karşısına aldığı cepheyi iyice genişlettiğini görüyoruz; muhafazakârlığına felsefi bir açılım getirirerek ruh-madde karşıtlığına bir sentez ararken materyalizme, pozitivizme, determinizme dayanan tüm “müsbet ilimler”e tavır alır. “Yalnızız”da (1951) ise özüne yabancılaşan insanlara ve çözülme noktasına sürüklenen hayat tarzına karşı, hasretini çektiği dünyayı “Simerenya” adlı bir ütopya ile canlandıran Peyami Safa, sorunu toplumsal ve ahlaksal düzeyden daha metafizik bir düzeye çekecek, felsefesini Nietzsche’ye -”Trajedinin Doğumu”na- kadar uzatacak, ancak kurbanın kimliği yine değişmeyecektir. Kurbanlar yine kadınlardır!.. 

Düşünce hayatımıza romanları aracılığıyla taşıdığı meseleleri ve yarattığı tartışmaları göz ardı etmek elbette mümkün değil. Ne var ki, bu romanları okumaktan edebi bir tad aldığımı söyleyemiyorum. Peyami Safa’nın görüşlerini roman içinde ifade etme tutkusuyla kahramanlarına dillendirdiği ağır meseleler, romanlarını şematikleştirmiş ve edebi anlamda önemsizleştirmiştir. Berna Moran, Peyami Safa’nın ciddi toplumsal sorunları işlemek istemesi nedeniyle -başlangıçta şematizmden, sonrasında soyutluktan- romancılığının zedelendiğini ve zamanla düşünür yanının sanatçı yanını ezdiğini söylemişti. Onun başarısızlığında kendi “öznelliğinin (sanatkârane) yaratıcılığına tutkun, o öznellik adına her şeyi vesile sayan veya her şeyi buna vesile sayan” romantikliğinin payı da düşünülmelidir. 

Peyami Safa ile Server Bedi ilişkisi Dr. Jeykll ve Mr. Hyde ilişkisine benzer.

Server Bedi ve “Kara”ları
Peyami Safa imzalı on bir roman yayımlanmıştı. “Peyami Safa’yı maddi olarak korumak vazifesini üzerine almış olan Server Bedi  ise daha çok çalışmak” zorundaydı. Peyami Safa’nın kendi eliyle yarattığı bu ikinci kişiliği, bu 'ucuz yazar’, çok sayıda aşk ve macera romanıyla birlikte “Cingöz Recai” serisini ve çok sayıda ilgiye değer polisiyeyi kazandırmıştı edebiyatımıza.

Peyami Safa ile Server Bedi ilişkisi Dr. Jeykll ve Mr. Hyde ilişkisine benzer. Ve her iki ilişkide de bastırılan kimliklere haksızlık yapılmıştır. Kendisini dünya zevklerinden mahrum bırakmayan Mr. Hyde gibi eğlenceli romanlar yazan Server Bedi de yok edilmek istenmiştir. Oysa, Peyami Safa’nın muhafazakâr çevrelerin duayeni sayılmaya başlandıktan sonra tekrar basımlarına izin verilmeyen Server Bedi müstearı ile yazdığı romanları çok daha ilgi çekici; üstadın 'ucuz edebiyatçı’ saydığı kimliği ile yazdığı bu 'sergüzeştler’ yüksek edebiyatçı sıfatıyla imzaladığı ve 'yüksek meselelere’ açılan romanlarına nazaran çok daha eğlenceli ve sürükleyicidirler. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de Server Bedi’yi Peyami Safa’ya yeğleyenlerdenim. Özellikle kara roman türündeki “Selma ve Gölgesi” ile “Hey Deli Gönlüm”ün polisiye edebiyatımızda benzersizliklerinin altını çiziyorum.

“Selma ve Gölgesi”nin ilk baskısı 1941 yılında “Semih Lütfinin Ucuz Romanlar Serisi” içerisinde yapılmış. Münih Fehim imzalı kapak resmi sayesinde daha ilk bakışta kriminal ve kötücül bir hikaye barındırdığı izlenimi veren kitap gerçekten de beklentilerimizi boşa çıkarmıyor: “Selma ve Gölgesi”, başrolünde şeytani bir kötülüğe sahip çok güzel bir kadının yer aldığı etkileyici bir polisiye. Ama daha dikkatle incelendiğinde, “Selma ve Gölgesi”, Osmanlı-Türk romanından miras kalan motifleriyle, aslında tam bir erkek romanı!.. Tuhaf gelebilir. Ne var ki, Peyami Safa bahsinde de söylediğim gibi, muhafazakâr yazarlarımız “yaratılış efsanesinden”, “Adem ve Havva” hikayesinden esinlenirler; Batı’yı temsil eden kadın, Doğu’yu temsil eden erkeğin kurdudur! Hele ki o kadın Selma gibi hem çok çekici hem çekiciliğinin farkındalığıyla baştan çıkarıcı ve mahfediciyse; yani tam bir 'femme fatale’se.

Hazır 'femme fatale’ demişken kısa bir ekleme yapmakta yarar var: Türk romanını temal alarak yapılan kültürel incelemelerde, -Şerif Mardin’e atıfta bulunularak- bizim kültürümüzün romanda 'femme fatale’ kadın tipleri yaratmamışlığına dair tespitlerde bulunuluyor. Bu tespitlerin geçerliliğinin 'yüksek edebiyat’ ürünleriyle sınırlı kaldığını söylemek gerekir. Türk romanında 'femme fatale’ yokluğu tesbiti yapan incelemecilerin satış rakamlarıyla zihin dünyamızda “yüksek edebiyat” ürünlerinden çok, daha derin izler bırakan popüler romanları ihmal etmeleri ciddi bir eksikliktir. Peyami Safa’nın Batılılaşmış kadın tipleri üzerinde durup Server Bedi’nin meş’um kadınlarını görmemek, Türk muhafazakârlığının öteki yüzünün farkına varamamak demektir. 

Server Bedi imzalı romanlarından bazıları 

  • Karım ve Metresim 1927
  • Sabahsız Geceler 1934
  • Hep Senin İçin 1934
  • Sinema Delisi Kız 1935
  • Çalınan Gönül 1935
  • Cumbadan Rumbaya 1936
  • Serseri 1936
  • Dizlerine Kapansam 1937
  • Korkuyorum  1938
  • Uçurumda Bir Genç Kız 1940
  • Selma ve Gölgesi  1941
  • Rüya 1941
  • Deli Gönlüm 1942
  • Kucaktan Kucağa 1943
Psikolojik gerilim
Tekrar romana dönelim: Selma, Çubuklu’daki yalısında hizmetçisiyle yaşayan, komşularınca tekinsiz sayılan dul bir kadın. Babası, o on yedi yaşındayken Trabzon’da intihar etmiş. Sonra evlenmiş Selma; ama önce ilk kocası balayı için gittikleri Viyana’da,  çok geçmeden on bir yaşındaki beslemesi İzmir’de ve en sonunda ikinci kocası  Edirne’de hayatlarına kendi elleriyle son vermişler. Şimdi roman kahramanlarından Nevzad’la nişanlı. Ancak Nevzad, oldukça tedirgin. Nitekim yardımını istediği arkadaşı Halim’e olayları anlatırken şöyle diyecektir; “Bu kadın aşkı ve ölümü bir anda hatıra getiriyor. O kadar güzel, cazip; o kadar da karanlık, sır dolu bir kadın. Emin ol ki mübalâğa etmiyorum.”

Halim, başlangıçta Nevzad’ın zayıflığına yorar bu ifadeleri; yıllar önce mektep hayatında şahit olduğu gibi, Nevzad’ın kadınsı,  alıngan, vesveseli, huysuz ve hırçın hallerine... Ne var ki Selma, kışkırtıcı ve cömert cinselliği, esrarlı sigaraları, sert içkileriyle, gitgelli ruh halleriyle kısa zamanda Halim’i de baştan çıkaracak ve bu kez çılgınca düşünceler Halim’in zihninde dolaşmaya başlayacaktır; “Bu kadın oynamıyor, rol yapmıyor; bir hilesi varsa, ne içinde yaşadığı dekorda, ne tavırlarında, ne de ölümler ve garabetler dolu hayatındadır. Hile başka tarafta. Nerede? Ne yapmak istiyor bu kadın?(...) Bu kadın çılgın mıdır? İsterik midir, meş’um ihtiraslar sahibi midir, canavar mıdır, vampir midir?”
Sözü uzatmayalım; bir intihar haber haberiyle bir anda yön değiştiriyor hikaye. İntihar eden Halim’dir. Nevzad, artık bu intiharların bir tesadüf olmadığına kanaat getirerek Venedik’e giden Selma’nın peşine düşecek ve roman Venedik dekorunda sürpriz bir sonla noktalanacaktır...

Server Bedi, Çubuklu’daki yalı gibi Venedik kentini de kahramanların ruh haline uygun bir atmosfere büründürmüş; “Gondol, gürültü ve acele tanımıyan bu lâgünlerin esrarlı ve loş dehlizlerinden büyük kanalı çıkınca, gri -lâcivert parıltılarla harelenen suların içinden yeni bir rüya âlemi doğdu. Mermer saraylarla çevrili ve enine, boyuna bütün şehri kateden bu kanalın üstünde, Venedik, bir anda, sayısız gondolların, kano otomobillerin, küçük vapurların çevik hareketlerine, düdük seslerine kavuşuyordu. Ufukta sıkışan bulutlar, birdenbire, bıçak yemiş bir nar kabuğu gibi yarıldı ve içinden yakut ışık taneleri fışkırdı. Sanki bu donanma Nevzad’ı bekliyordu. Yarabbi! Cidden bu şehir Selma’nın ruhuna ne kadar benziyordu: Hep o karanlıklar, o sessizlikler, umulmadık anda fışkıran renkler, hareketler, hep o korku veren güzellik, hep o ölümle aşkı, cinayetle aşkı, büyük ve isimsiz ihtiraslarla hayatı birleştiren esrar âlemi...”

İki erkek ve baştan çıkarıcı bir kadının bir cinayet etrafında bir araya geldiği 'kara roman’ yapısına denk düşen “Hey Deli Gönlüm” ile “Selma ve Gölgesi”, polisiye edebiyatımızın en iyileri arasında sayılmayı hak ediyorlar. Zaman zaman iç monologlarla başlayıp kişi, olay ve mekanların tetiklediği kaotik bir bilinç akışına dönüşen anlatım biçimiyle, “katil kim” sorusuna odaklanmayan ama cinayetin işleniş sürecine ve roman kişilerinin iç karmaşasının derinliklerine nüfuz etmemizi sağlayan olaylarıyla, adım adım ilerleyen cinayet sahnelerinin gerilimli atmosferleriyle, sadece bu iki roman bile Server Bedi kimliğine iade-i itibar kazandıracak düzeyde. 

Kemal Tahir’in F.M İkinci müstearı ile yazdığı polisiyeleriyle başlayıp Server Bedi’nin “Selma ve Gölgesi” ile devam eden neşriyat, umarım hayırlara vesile olsun; yayınevlerinin edebiyatımızn unutulanlara olan ilgi ve alakası eksilmesin. Ama bu elbette okuyucuların kitaplara göstereceği ilgi ve alakadan bağımsız değildir. Öyleyse şimdi sıra okuyucularda...