Pazar Anılarınız bu kitapta

Anılarınız bu kitapta

06.05.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Gökhan Akçura "Ivır Zıvır Tarihi"nin ikinci kitabı "Gramofon Çağı"nda taş plaklardan operetlere, yılbaşı partilerinden geçmiş zaman plajlarına yakın tarihin renkli detaylarını anlatıyor

Anılarınız bu kitapta

Anılarınız bu kitapta

Gökhan Akçura "Ivır Zıvır Tarihi"nin ikinci kitabı "Gramofon Çağı"nda taş plaklardan operetlere, yılbaşı partilerinden geçmiş zaman plajlarına yakın tarihin renkli detaylarını anlatıyor

Gökhan Akçura’nın Ivır Zıvır Tarihi’nin ilk cildini, "Unutma Beni"yi çok sevmiş, düşüncelerimi bu sayfalara aktırmıştım.
Bizde anlaşılmıştır, bu tür yapıtların ilk ciltleri çıkar, sonrakiler bir türlü yayımlanmaz ya da araya yıllar girer. Ne yalan söyleyeyim, Ivır Zıvır Tarihi de aynı kader çizgisinde yerini alacak, ben de arada bir Unutma Beni’ye göz atmakla yetineceğim sanıyordum. Bu yüzden, geçen hafta bir kitabevinde dizinin ikinci cildini, "Gramofon Çağı"nı görünce sevindim.
Bu ciltte sinema, tiyatro, müzik gibi sanatlara ağırlık verildiğini görünce sevincim katlandı. Kitabı hem bir solukta okudum, hem de uzun uzun seyrettim.
"Seyrettim" diyorum, çünkü Gramofon Çağı da Unutma Beni gibi bir görsel şölen. İçinde 1901’de yayımlanmış fonograf ilanlarından İhap Hulusi’nin afişlerine, Ramiz’in Tombul Teyze Plajda karikatürüne kadar yüzlerce belge, fotoğraf, çizgi yer alıyor.
***
Simone Signoret, ne kadar "eski tadı yok" derse desin, özlemde inanılmaz tatlar bulanların sayısı hayli kabarık. Orta yaş sınırını gerilerde bırakan birkaç kişi bir araya gelmeye görsün, söz dönüp dolaşıp "nostalji"ye dayanıyor. Anılar "ah, nerede o günleröle noktalanıyor.
Nostaljiden ben de hoşlanırım, birçok şeyi ben de özlemle anarım; ama bugünü yaşıyorsam, yarına taşınma umudum varsa, bu hiçbir zaman "geçmişe özlem"e dönüşmez. Geçmişin tatlarına bir yolculukla kalır.
Akçura’nın kitabı, genç kuşaklara geçmişle ilgili keyifli bilgiler verirken bizim kuşakları ve bizden yaşlıları kendi anılarına uzandırmayı da sağlıyor.
Sözgelimi, altı kişinin kulaklarına lastik borular takıp fonograf dinlemeleri, beni çocukluğumun Antep sokaklarında seyyar sinema izlediğimiz günlere götürdü. Beyoğlu sinemalarını okurken, Melek’te Şeytan Kadın’ı, Ar’da Yakut Gözlü Kız’ı, Yıldız’da Felaket İncisi’ni bir daha seyrettim. Butak Pastanesi’nde 35 kuruşa krem şokola yedim. Mayer Mağazası’nın vitrininde balıksırtı pardösülere baktım. Tepebaşı’nda Dram Tiyatrosu’nun önünden, 5 kuruşum çıkışmadığı için 3 kuruş verip ikinci mevki yeşil tramvaya bindim. Plajlar bölümüne gelince, babamla Süreyya Plajı’na gittim.
Gramofona koyduğumuz plakların başında "Odeon Rekord" ya da "Kemani Ama Recep tarafından" gibi sözler duyulur, müzik sonra başlardı. O plakları karıştırdım.
Ortaokuldayken Ali Dayım beni Beyoğlu’nda (Akçura’nın kitabından Sahibinin Sesi olduğunu çıkardığım) bir yere götürmüştü. Orada telefon kulübesi gibi bir yere girmiş, sevdiğim sanatçılardan birkaç şiir okumuş, araya kendi manzumelerimden birini sıkıştırmıştım. Çıkarken elime 78’lik bir plak tutuşturmuşlardı. Benim sesim! O tek kopyalı plağı yıllarca dinlemiş de bir türlü eskitememiştim.
***
Gramofon Çağı kitaplığımda yine Akçura’nın yönetiminde dört yıl önce kısa bir dönem yayımlanan Albüm dergilerinin yanında yerini alacak. Müziği, sinemayı, tiyatroyu seviyorsanız, günlük yaşamımızın, eğlence dünyamızın nereden nereye geldiğini merak ediyorsanız, bu kitabı alın.
Hele kendi anılarınıza dönmek, özlemde eski tatlar bulmak istiyorsanız, hiç kaçırmayın.

Beş kuruşa sinema
Gökhan Akçura’nın kitabında, "umuma mahsus fonograflarödan da söz ediliyor. Sahaflar’da para karşılığı dinletilen "söz söyleyen makine" anlatılıyor. "Ortada dikiş makinesi biçiminde bir alet, fırfır dönüyor, döndükçe siyah bir silindiri döndürüyor. Etrafına altı kişi oturmuş, kulaklarına lastik borular takmış bir şeyler dinliyorlar."
Bu bana 1940’ların Antep’ini hatırlattı. Evlere gramofon girmişti artık. Sinema da yaygındı. Ama beyazperdeyle yetinilir mi?
İki "seyyar sinemacı" vardı Maarif Caddesi’nde. Ayaklı küçücük kutularda biri film oynatır, biri fotoğraf gösterirdi.
Film oynatanın gösterisi sürse sürse bir dakika sürerdi. Gözünü kutunun önündeki deliğe dayardım. Sinemacı kolu çevirmeye başlardı. Birkaç filmden sessiz birkaç sahne. Bir kovboyun attığı yumruk. Bir Kızılderili’nin fırlattığı ok. Bir adamla bir kadının öpüşmesi. Yarı çıplak bir adamın deniz dibinde dev bir ahtapotla boğuşması. Film bitiverdi. "Yandıııı." Gitti beş kuruş.
Fotoğraf gösterenin adı da sinemacıydı. Onda da kutunun deliğine gözünü dayar, bu kere hareketsiz kareleri, kartpostalları seyrederdin. Ama bu gösteri sesliydi. Sinemacı, makarayı çevirirken bir yandan da öğretici açıklamalar yapardı: "İşte Fransa’nın en büyük caddesinde makineler... İşte Amerika’nın meşhur demir köprüsü... İşte Çin Seddi... İşte Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yürüyen bir yamyam..."
Gitti beş kuruş daha.

Oyun yarıda kesildi
Gramofon Çağı’nda "Emir" operetini Atatürk’ün izlediğine de değiniliyor. Bu operete ilişkin birçok anı dinlemiştim Yusuf Sururi’den. Birini kendi ağzından aktarıyorum:
Yazdığım Emir operetini 1933’te Atatürk seyretti. Çok beğendi. Anadolu’da oynamamız için emir verdi.
Malatya’ya gittik. Emir’i oynayacağız. Salon tıklım tıklım. İlk bölüm alkışlar arasında sona erdi.
Kısa bir aradan sonra perde yine açıldı. İkinci bölüm bir barda geçiyor.
Ama perde açılır açılmaz da polis başkomiseri sahneye fırladı.
"Tamam!" diye bağırdı. "Oyun devam edemez! Herkes evine!"
"Neden?" diye sorduk.
"Neden olacak?" dedi. "Malatya’da bar açmak yasaktır!"

"Muhlis’in Çocukları"
Gökhan Akçura, Gramofon Çağı’nda 1930’ların tiyatrolarını anlatırken, Muhlis Sabahattin’e, onun kurduğu topluluğa da değiniyor. Toto Karaca da yer almıştı bu toplulukta. Yıllar sonra Elhamra Tiyatrosu’nun kulisinde, Bakırköy’deki evlerinde, başlarından geçenleri uzun uzun anlatmıştı bana. İşte o toplulukla ilgili anılarından biri. Kendi ağzından aktarıyorum:
Muhlis Sebahattin’le çok turnelerimiz olmuştur. Bir keresinde bir Orta Anadolu şehrine yolumuz düştü. Eşyalarımızı otele bırakıp hemen karakolun yolunu tuttuk. Hepimiz yol yorgunluğundan dökülüyorduk. "Bir an önce belgemizi alalım da oyundan önce otelde biraz uyuyalım" diyorduk.
Cümbür cemaat komiserin karşısına dikildik. Komiser, Muhlis Sabahattin’e yer gösterdi. Biz hepimiz ayaktayız. Komiser verdiğimiz isim listesine bir göz attı, bizleri küçümseyerek süzdü, sonra Muhlis Bey’e, "Nereden topladınız bunları?" diye sordu. Bir kahkaha attı. "İçlerinde okuma yazma bilen var mı?"
Muhlis Bey ayağa fırladı birdenbire. Bastonunu komiserin masasına indirerek, "Bana bak, komiser!" diye gürledi. "Bunların hepsi tiyatro denilen mektepten yetişmiştir. Bu mektep o kadar yüksektir ki, senin boyun oraya kadar yetişmez! Aklın da ermez. Biz gidiyoruz. İzin belgemizi imzalar yollarsın. İmza atmayı becerebiliyorsan eğer..."
Ne yalan söyleyeyim, karakoldan çıktığımızda hepimiz zangır zangır titriyorduk. Ama on dakika içinde bir polis memuru, imzalı mühürlü izin belgesini kuzu kuzu otelimize getirdi.




PAZAR