Editörün Seçtikleri Gelenler ve gidenler

Gelenler ve gidenler

19.06.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Gelenler ve gidenler

Gelenler ve gidenler


Ağca, hücresinde sırtüstü yatıp, çıkınca kulüp başkanı ya da saygın bir işadamı olacaksa, Abdi İpekçi cinayetine hepimiz suç ortağı oluruz


       Özellikle 60’lı yılların başından bu yana dünyaya beyin ve kol gücü ihraç eden önemli bir ülkeyiz. Çok ünlü hastanelerde sorumluluk üstlenen doktorlarımız, dev projelere katılan mühendislerimiz, büyük yıldızlarla aynı sahneyi paylaşan opera sanatçılarımızla övünüyoruz.
       Öte yandan İkinci Dünya Savaşı sonrasında inanılmaz bir hızla kalkınan Avrupa’nın en önemli kol gücünü oluşturan işçilerimizle de yeni sanayi hamlesine omuz veriyoruz.
       80’lere gelinirken bu beyin ve kol gücüne hiç de gurur duyamayacağımız üçüncü bir güç katılıyor:
       “Silahlı güç"
       Sağ ya da sol hiç farketmez, 12 Eylül sürecinde, öldürme, yaralama, soygun gibi pek çok olaya katılan binlerce kişi Avrupa’ya dağıldı. Kimi ülkeler özgürlük adına bu silahlı güçleri sahiplendiler. Ve bu kişiler gittikleri ülkelerde de rahat durmadılar. Cinayetler işlediler, uyuşturucu mafyasına katıldılar, hırsızlık, adam kaçırma her türlü pis işe bulaştılar.

Alacakaranlıkta Ağca...

       Gidenleri düşünürken henüz gelen biri aklıma takıldı. Mehmet Ali Ağca’yı ilk kez 1979 yılının 11 Temmuz sabahı cinayeti işlediği sokakta görmüştüm. Abdi İpekçi’yi katledişinin üzerinden altı ay geçmişti. Henüz basına gösterilmemişti ve yüzü bilinmeyen bir teröristti. Polisler ve Savcı, Mehmet Ali Ağca’ya Emlak Caddesi’yle Karakol Bostan Sokağı’nın kesiştiği köşede cinayetin tatbikatını yaptırdılar. Emlak Caddesi’nin adı yıllar sonra Abdi İpekçi Caddesi oldu. Ağca o gün nereden geldiğini, nasıl ateş ettiğini, Yavuz Çaylan’ın otomobilinin nerede beklediğini ve otomobile nasıl bindiğini hiç tereddüt etmeden gösterdi.
       Milliyet Gazetesi foto muhabirleri İlhan Baştan, Bahattin Şenol ve Sinan Şekercioğlu ile birlikte cinayetin işlendiği yerin karşısındaki Deniz Apartmanı’nın üçüncü katındaydık. Ve o günlerde tatbikatlar öğle saatlerinde yüzlerce kişinin ortasında değil, sabaha karşı sokaklar bomboşken yapılırdı. Dönemin Ekipler Amiri Engin Aksan tatbikatın ardından Ağca’yı bir minibüse bindirip götürdü.
       O çarşamba sabahı ilk kez gördüğüm bu isimsiz terörist yıllar sonra dünya çapında cinayetlerin tetikçisi oldu, Türkiye’yi Türk insanını utandırdı. Nihayet 20 yıl sonra yine bir çarşamba sabaha karşı aniden geri döndü. Dönüşü bir işe yarayacaksa, ardındaki karanlıkları aydınlatacaksa hoş geldi sefa geldi. Yok diğerleri gibi lahmacunu kebabı özleyip geldiyse ve dubleks hücresinde sırtüstü yatıp, çıkınca ya bir gazetede köşe yazarı, ya kulüp başkanı ya da saygın bir işadamı olacaksa, işte o zaman Abdi İpekçi cinayetine hepimiz suç ortağı oluruz.

Necdet’ten Juanito’ya

       12 Eylül rüzgarının savurduğu gençlerle röportajlar yapmak için 1987 yılının aralık ayında Avrupa ülkelerini dolaşıyordum. Almanya’da görüştüğüm kişiler Fransa’da yaşayan eski eylemci Paşa Güven’e ulaşabilmek için Paris’te Necdet adlı bir kişinin telefonunu verdiler. Paris’teki Necdet’i buldum, ancak adres çok ilginçti, çalıştığı yer Gökşin Sipahioğlu’nun Sipa Press ajansıydı.
       Şaşırdığımı görünce, “Ben Yunanistan’a kaçtım, Lavrion kampında uzun süre kaldıktan sonra Paris’e geldim. Gökşin sağ görüşlü bir insan, ancak bizim sol görüşlü olmamız onu hiç rahatsız etmedi. Biz de Gökşin’in yüzünü kızartacak hiçbir şey yapmadık, çünkü o çok delikanlılık yaptı" dedi.
       Akşam Necdet’le, Paşa Güven’i bulmak için Strasbourg semtindeki Ankara lokantasına doğru yola çıktık. Kadir Abi’nin işlettiği bu küçük lokanta Paris’te Türk mutfağını özleyenlerin buluşma yeriydi. Necdet’in motosikletinin arkasında Paris sokaklarında yol alırken “Beni tanıdın mı" diye sordu. Tanıyamadığımı, hiç karşılaşmadığımızı söyledim. O ısrar etti, tanıyabileceğimi söyledi. “Ben Yılmaz Güney’in Duvar filminde gardiyanı oynuyordum, oradan tanıyabilirsin" dedi. Filmin henüz Türkiye’de gösterilmediğini, bu nedenle tanıyamadığımı anlattım ve lokantaya ulaştık. O akşam Paşa Güven’i bulamadık ama çok ilginç bir kişiye rastladık Ankara Lokantası’nda.
       Lokantanın sahibi Kadir Abi, bir ara masamıza gelip, “Bak seni kiminle tanıştıracağım" diyerek bir masaya götürdü. Ağarmış saçları kısık sesiyle orta yaşlı sayılabilecek bir kişi tek başına yemek yiyordu. “Bak bakalım bu adamı tanıyabilecek misin" diye sordu Kadir Abi. Aynı gün, ikinci kez aynı soruda takıldım. “Gardiyan, ‘arkadaşımın aşkısın’ sizin için bir anlam ifade ediyor mu" dedi, tek başına yemek yiyen adam. Hiç düşünmeden “Juanito" dedim. Evet o yalnız adam Juanito idi.
       Juanito kısaca öyküsünü anlattı. Gırtlak kanseri olmuş, sesini kaybetmiş. Paris sokaklarında taksi şoförlüğü yaparak geçimini sağlıyormuş. Türkiye’yi ve Türk yemeklerini çok özlüyormuş. Özlem gidermek için de haftada birkaç akşam Ankara Lokantası’na gelip Türk yemekleri yiyormuş. Evet bütün öykü bu kadardı. Ancak gerisinde anılar, şarkılar, dostluklar vardı.
       Aradan yıllar geçti. Bir gün Coşkun Aral, “Biliyor musun Necdet öldü" dedi. Necdet yıllar sonra Türkiye’ye geri dönmüş ve tatilini yaparken bir dalış sırasında boğulmuş. Çok üzüldüm, sonra televizyonda bir kanalda “Duvar" filminin gösterileceğini okuyunca, oturup filmi izledim. Yılmaz Güney’den çok filmdeki gardiyanı aradım, onu görmeye çalıştım. Nur içinde yat Necdet.
       Geçtiğimiz günlerde Paris’te tanıyamadığım öteki kişi de Türkiye’ye geldi. Juanito eski şarkılarıyla birlikte yeniden Türkiye’ye gelmişti. Televizyonlarda, gazetelerde 13 yıl önce Ankara Lokantası’nda dinlediğim öykü tekrarlanıyordu. Belli ki çok özlemişti. Çok mutluydu, çünkü burada da pek çok özleyeni vardı. Hoş geldin Juanito.
       İşte gelenler, işte bölük pörçük birkaç anı.



Yazarlar