Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları

Buraya bayrağınızı asmayın

Milliyet yazarları Can Dündar, Mirgün Cabas ve Zeynep Miraç, Gezi Parkı’nda ikinci haftasını dolduran direnişin nabzını tuttu. Dündar, Cabas ve Miraç, bir eylemci çadırında ‘eylemi’, talepleri birinci ağızdan dinledi. Eylemciler bir yandan konuşurken, diğer yandan da direniş devam etti.

Son 24 saatte hem Gezi çadırlarının hem yerel ve resmi yetkililerin nabzını tutma şansı buldum. İzlenim ve tahminlerimi yansıtmaya Gezi’yle başlayayım:

Gezi ile Taksim
Birkaç gündür Gezi ile Taksim’in havası farklılaşmaya başladı.
Gezi, “Ağaçlık bölge rant alanına dönüşmesin” refleksiyle ayağa kalkan ve itirazı şiddetle bastırılınca sivil itaatsizlik eylemine başlayan gençlerin yatağı...
Taksim ise, toplumsal destek gören bu direnişi politik kanallara akıtmaya çalışan örgütlerin mekanı haline geldi.
Pazar günkü mitingde bu ayrışma hepten açığa çıktı.
Öcalan posterine itiraz edenlerle BDP’li gençler arasında yaralanmaya yol açan bir gerginlik yaşandı. Gezi’dekiler “meydan”a mesafe koyarken, bu hareketin üzerine herhangi bir politik yafta asılmasına itiraz ediyorlar; bunun, toplumsal desteği de azaltacağını düşünüyorlar. Siyasal hareketler de Park’taki bu centilmenlik anlaşmasına uyuyor. Yoksa “Gezi gençliği apolitik“ zannı doğru değil.

3 saatte politizasyon
Önceki gün girdiğimiz bir çadırda, 20 yaşında kızıl sakallı bir üniversiteli, bu süreçte nasıl politize olduğunu şöyle anlattı:
“Geçen hafta kursa gitmek için buradan geçerken polisin çadırları yaktığını gördüm. ‘Yazık, şimdi bu çocukları yaka paça atarlar buradan’ diye düşündüm. 3 saat sonra kurs çıkışı kendimi onların arasında, Gezi’yi savunurken buldum.”
Bu, temsili bir örnek...
Çoğu genç, parka dozerlerle girilmesi ve ardından orantısız polis şiddetiyle sokağa döküldü.
Başbakan da onlara hakaret ederek kendini hedef haline getirdi.

Komünde hayat
Gezi çadırları, tek tip “TOKİ’leşme”ye karşı baskısız, rengarenk bir dünya özleminin alternatif konutları sanki...
Ütopyanın komün ülkesi...
Sabah, çadır ve çevre temizliğiyle başlıyor.
Yüzler komşu otellerin tuvaletinde yıkanıyor.
Kahvaltı “komün“ün bedava mutfağından sağlanıyor. Arada aileleri dolma sarıp getiriyor. Parayla yiyecek satılmıyor.
Ardından gönüllülük esasıyla çalışmak üzere, mutfağa, kütüphaneye ya da revire gidiliyor.
Gün içinde barikatlar kontrol ediliyor. “Savunma atölyesi“nde muhtemel bir saldırıya karşı hazırlık yapılıyor.
Sonra “Halk Meclisi”nde isteyen, özgürce isteği konuşmayı yapıyor.
Kıyafetiyle “çiçek çocukları“nı anımsatan Koç Üniversiteli bir genç kız, “Geçen sabah uyandığımda üstüme battaniye örtmüşlerdi” diyor, gözleri dolarak, “Müthiş bir dayanışma ve hassasiyet var aramızda... Bir sorun çıksa, anında hallediliyor. Bir kişi bile yere izmarit atmıyor.”
Çadırdaki gençlere “Nasıl bir anda böyle sel oldunuz? Hiç hissetmedik bu dip dalgayı“ diyorum; “Valla biz de hissetmedik. Meğer hepimiz aynı dertteymişiz” diyorlar.
Siyaset bilmediklerini söyleseler de geri adım atmaya hiç niyetleri yok. Lakin hayalci değil, gerçekçiler. Revirde görevli genç, “Savunmasızız burada... Bir gece baskınıyla bizi gaza boğup döverek buradan süpürebilirler, ama bedeli ağır olur” diyor.
Bir başkası, “Buradan siyasi hareket çıkmaz, ama siyasi refleks çıkabilir“ diye ekliyor.
Hayret verici olan şu:
Onca genç, onca gaz ve dayak yedikten sonra, o kalabalıkta, onca farklı görüşe ve yoğun bira tüketimine rağmen, müthiş bir disiplinle ve bazılarımızın hiç erişemediği bir olgunlukla hareket ediyorlar.
Bu sivil itirazı dayakla bastırmak, şiddetin önünü açar.
“Kışla“ kafasıdır bu!
Bütün kavga da oraya kışla yapmak için değil mi zaten?..

Haberin Devamı

Devlet gözüyle: Krizi nasıl aşarız?
Dün hem Ankara’da hem İstanbul’da krizi yöneten birkaç üst düzey yetkili ile görüştüm.
Özetlemeye çalıştığım tabloyu yakından gözlüyorlar.
Aslında galiba Başbakan ve çevresindeki birkaç fanatik dışında herkes, buradaki inatlaşmanın ve “Ezerim, ezdiririm“ üslubunun herkesi felakete sürüklediğinin farkında...
Ama Başbakan’ı “tutamıyorlar“.
Bir emniyet yetkilisinin deyimiyle “Gezi, krizin sinir ucu“... Dokunulmayacağının farkındalar. İlk müdahaleyi, “arabayı deviren ciddi bir yol kazası” olarak görüyorlar. Bir daha tekrarlanmaması gerektiğine inanıyorlar.
Üst düzey bir yetkili, “Ben kefilim, asla ama asla Gezi’ye polis müdahalesi olmayacak“ diyor.
Gezi’nin haklılığının, kararlılığının ve kazandığı toplumsal desteğin farkındalar. O yüzden oraya müdahale konusunda temkinliler.
Devlet cenahında birkaç beklenti var:
Biri, Gezi Parkı’nda direniş sürerken, eylemin hiçbir siyasal şemsiye altına girmeme kararlılığının Taksim’e yansıtılması, bir iyi niyet göstergesi olarak Taksim’in açılması...
İkincisi, Gezi’yle ilgili geniş destek bulan ilk taleplere “fırsat bu fırsat“ denilerek yenilerinin eklenmemesi...
Bunlar olursa çatışmadan “Gezi’yi geri almak“ mümkün görünüyor.
Ya Başbakan’ın kışla inadı?
“7 ay sonra yerel seçim var. İstanbullular kararı orada, sandıkta versin. O zamana kadar Gezi’ye kimse dokunmasın” diyor bir yetkili...
Bu yaklaşım “Taksim Dayanışma“da karşılık bulur mu?
Bulursa Başbakan’ın çatışmacı söylemini durdurur mu?
Bugünün soruları bunlar...
Ülke yeterince gerildi.
Sadece birkaç cümle, gerginliği azaltıp krizi bitirebilir.
Çok mu zor?