Cemil Ertem

Cemil Ertem

dr.cemilertem@gmail.com

Tüm Yazıları

Geçen hafta 15 Temmuz anma törenleri, 15 Temmuz 2016’da Türkiye’nin halkın iradesiyle yeni siyasi tarihe başladığını tüm dünyaya gösterdi.

Darbeyi halkın, Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla önlemesi, Türkiye’de hem iktisadi hem de siyasi olarak yeni bir dönemin başladığını bize gösteriyor.

Dış basında 15 Temmuz anmalarıyla ilgili çıkan haber ve yorumlara baktığımızda da bir kabullenme ve bu kabullenmeye bağlı olarak, yeni dönemin meşruiyetini tanıma halini görebiliyoruz.

“Dışarısı” özellikle merkez Avrupa, Türkiye’nin Erdoğan liderliğindeki bu yeni bağımsızlık çıkışını, Türkiye’yi “otokratik” bir yönetime savrulduğunu iddia ederek, tanımak istememiş hatta bu yönelimi, Erdoğan’la birlikte, gelip geçici bir savrulma hali olarak küçümsemiş ve politik eleştiriden de uzak, haksız bir saldırının merkezi haline getirmiştir.

Haberin Devamı

Oysa, Erdoğan’ın politik kimliğinde somutlanan bu yeni dönem, Cumhurbaşkanı’nın bireysel politik duruşundan ziyade, 15 Temmuz’da darbeyi önleyen toplumun her kesiminden halkın, Türkiye için çizdiği yeni siyasi ve iktisadi paradigma ve iktidar biçimidir.

15 Temmuz sonrası...

15 Temmuz 2016 ve sonrasında da anayasa referandumu bu yeni demokratik iktidarı şimdi şekillendiriyor.

Bu yeni iktidar biçimi, iktisadi ve siyasi tüm kararlarda ve temel yönelimlerde, dışarıda ve içeride, eskisi gibi, bir azınlığın doğrudan çıkarı yerine, en geniş kesimlerin ve dolayısıyla milletin doğrudan çıkarlarını öne çıkartıyor.

Cumhurbaşkanlığı Sistemi tam da budur.

Türkiye’nin iktisadi politikaları ve dış politikası da mazlumların, orta sınıfları da içine alacak şekilde, yoksul ve gelir piramidinin en altında yer alan geniş toplumsal katmanların çıkarlarına bağlı olarak şekilleniyor.

“Dünya beşten büyüktür” bu yeni dış politikayı anlatan bir motto olarak Erdoğan tarafından siyasi tarihimize mal edilmiştir. Yine Cumhurbaşkanı’nın, bütün iktidar dönem konuşmalarında en çok rastlanan cümle ise sanıyorum şu olmuştur: “Biz küçük bir azınlığın değil, en geniş kesimlerinin çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yaparız.”

Haberin Devamı

Cumhurbaşkanı yine buna bağlı olarak, ekonomide en çok “bürokratik oligarşiden” şikâyet etmiştir. Çünkü eski sistem, bir azınlık oligarşisine hizmet eden, sermayeyi ve kaynakları belli merkezlerde temerküz etmek için çalışan bir bürokrasi oluşturmuştu.

Seçkinlerin iktidarı...

Özellikle ekonomi bürokrasisi ve ekonomiyle ilgili kurumlar, neredeyse partiler üstü bir konumda çalışıyor ve iktidara kim gelirse gelsin hep aynı ekonomi-politikasını ve anlayışını yürütüyordu.

Burada sistemin üç temel amacı vardı; birincisi, kaynakları devlet eliyle gelir dağılımı piramidinin en üstündekilere sorunsuz aktarmak; ikincisi, kaynakların aktarıldığı bu kesim ile dış sermaye kesimlerinin ilişkisini en üst düzeyde sağlamak ve bu yolla da dışarıya kaynak aktarmak; üçüncüsü, para ve maliye politikalarını, bu kaynak temerküzü ve aktarımını sekteye uğratmamak üzere oluşturmak. Bunun için “çıpa” kavramı çok moda olmuştur cari ekonomi politikasını anlatırken; AB çıpası, IMF çıpası falan...

Özellikle doksanlı yıllardaki finansal krizlerden sonra, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, uluslararası sermayenin en tepesindekiler, “optimum” para ve maliye politikası çerçevesinin oluştuğunu, bu çerçevenin -optimumun- bozulması halinde, yeni bir kriz durumuyla karşı karşıya kalınacağını iddia etmişlerdir. Esasında bu kriz dedikleri kendi durumlarının, aşağıdakiler lehine, bozulması halidir.

Haberin Devamı

Bu, bir nevi yeni Pareto optimumu yaklaşımıdır. İtalyan iktisatçı Vilfredo Pareto, (1848-1923) İtalyan faşizmin babası sayılabilir. Çünkü Pareto’ya göre bir toplum iki ana kesimden oluşur; seçkinler ve yığınlar. Seçkinler, eğer istikrarlı bir yönetim isterlerse, yığınların gereksiz taleplerine kulak asmamalı ve insancıl yöntemler yerine militarist yöntemlerle yığınları yönetmelidir. Pareto, bu siyasi tezini şu iktisat çıkarımıyla taçlandırmıştır: Seçkinler, toplumda refahı sağlayabilir ama bu refah halini nasıl tanımlarız ve en iyi -optimum- hal sayarız; cevap şudur: Ancak hiç kimsenin durumunu kötüleştirmeden başkalarının durumu iyileşiyorsa refah artmış sayılır. Eğer atılacak adımlar birilerinin durumunu kötüleştiriyorsa -yani seçkinlerin iktisadi vaziyetini bozuyorsa- optimum refah halinden uzaklaşıyorsunuz demektir bu.

Pareto Optimumu, devletler arası politikada da kullanılan temel bir yaklaşımdır. Örneğin, bugün Avrupa’da Almanya’nın durumu bozulmadan İtalya, İspanya ve Yunanistan’ın durumu düzelmez. Çünkü verimlilik avantajı Almanya lehinedir. Bunun için burada Almanya seçkin, diğerleri yığındır. O halde var olanı korumak hatta diğerlerini tasfiye etmek en ideal çözümdür.

Ancak... En tepedekilerin yani seçkinlerin şimdiki durumları bozulacak ve yığınlar, kendi vaziyetlerini, “seçkinlerin” daha önceden kendilerinden aldıklarını geriye alarak, düzeltecekler. Zaten bunu izliyoruz. Bugün ABD başta olmak üzere, bütün gelişmiş ülkeler eski refah düzeylerinden çok uzaktalar.

Dünyada bireysel gelir dağılımı da yoksul ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler yukarı çıkma çabası gösterdikçe düzelecek ve yeni bir refah durumuna doğru yol alacağız.