Mithat Sancar

Mithat Sancar

mithatsancar@yahoo.com

Tüm Yazıları

Barış sürecinde karşılaşılabilecek sorunları, “sıkıntı-kriz-tıkanma” şeması veya sıralaması içinde değerlendirmeye çalıştım hep. Barış süreçlerinin, engelsiz bir şekilde sürekli ileriye doğru akmadığını, hem kendi yakın tarihimizden hem de dünyadaki benzer deneyimlerden biliyoruz. Bu karmaşık ve zorlu süreçlerde “sıkıntılar” yaşanması olağan sayılır. Önemli olan “sıkıntılar”ı büyümeden gidermeyi sağlayacak usul ve yöntemler geliştirmektir. Bu yapılabilirse, sıkıntı aşma tecrübesi, sürecin rayına oturmasına katkıda bulunur. Aksi durumda, sıkıntılar birbirine eklenerek büyümeye başlar.

Haberin Devamı

Krizler olağandışı değil

Sıkıntıların birikmesi, “krizler”e yol açar. Barış süreçlerinde krizler yaşanması da olağandışı bir durum değildir. Burada da önemli olan, “krizler”in iyi yönetilmesidir. Ancak sadece iyi niyetli olmak, iyi yönetim için yeterli değildir; bunun için çeşitli mekanizmalara ihtiyaç vardır. Bunları önceki yazılarımda ele aldığım için, burada ayrıntıya girmiyorum. Aşılan her kriz, süreci güçlendiren bir aşı işlevi görür. Krizlerin çözülememesi ise, süreci kırılgan hale getirir. Krizler biriktikçe, “tıkanma” riski artar. Tıkanma, barış süreçlerinde hiç arzulamayan bir ihtimaldir, ama tamamen sürece yabancı sayılmaz, bir bakıma sürece dahildir. Daha açık söylersek, tıkanma sürecin sonu demek değildir, lakin sona doğru gidişin en hassas göstergesidir.

Tıkanmayı açmanın, sıkıntıları ve krizleri aşmaktan daha zor olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Tıkanmayı açacak çareler bulunsa bile, arada geçecek zaman, sürecin işleyişi açısından hayati önem taşıyan siyasal ve psikolojik dayanaklarda tahribat yaratabilir.

Bir felaket senaryosu

Tıkanma süresi uzadıkça, barış iklimi dağılmaya, çözüm umutları zayıflamaya başlar. Bundan sonraki durak, sürecin “çökmesi”dir. “Çökme”, sürece dahil bir “sorun” değil, mevcut sürecin “sonu” anlamına gelir. Şüphesiz, bir sürecin çökmesi, sonradan “yeni” bir süreç başlatmaya engel değildir. Lakin belli bir çatışmasızlık döneminin ardından, silahların yeniden konuşmaya başlaması, tam anlamıyla bir felaket olur. Üstelik araştırmalar ve tecrübeler gösteriyor ki, her yeni çatışma dönemi, öncekilerden çok daha şiddetli ve çok daha yıkıcı oluyor. Bu süreçlerde, eski yaralar yeniden kanar, eski öfkeler yeniden canlanır. Kin, intikam gibi duygular tavan yapar. Hayal kırıklığı, acılı toplumsal kırılmalara şiddetli bir davetiye çıkarır.

Haberin Devamı

İçinde bulunduğumuz barış sürecinin, bugüne kadarki en ciddi girişim olduğu ve geride kalan zaman içinde önemli mesafeler kaydedildiği şüphe götürmez. Ancak sıkıntı sinyalleri de son haftalarda yoğunlaşmaya başladı. Kriz noktasına doğru bir gidiş olduğu yönünde değerlendirmeler daha sık dile getirilir oldu. Tam bu esnada, Murat Karayılan, “tıkanma” ihtimalini açıkça telaffuz etti.

Bu çok önemli, zira taraflardan en az biri “tıkanma”dan söz ediyorsa, gelişmeleri kim nasıl yorumlarsa yorumlasın, sürecin işleyişi tehlike altında demektir.

Peki, bu noktaya neden ve nasıl gelindi? Bana göre, hükümetin iki konudaki tutumu, bu durumun ortaya çıkmasında belirleyici rol oynadı.

Haberin Devamı

Birincisi; hükümetin barış sürecini istikrara kavuşturacak ve güveni artıracak adımlar atmaktan kaçınması. PKK’nın eylemlere son verme ve askeri unsurlarını sınır dışına çekme kararıyla gelen fiili çatışmasızlık dönemi, demokratik reformların kademeli bir şekilde de olsa hayata geçirilmesi için büyük imkan sundu. Fakat hükümet bu fırsatı iyi değerlendirmediği gibi, Kürt tarafının beklediği düzenlemeleri yapacağına dair bir mesaj da vermedi. Hatta bizzat Başbakan, yeni karakol yapımı, yeni korucu alımı, seçim barajı, KCK tutuklularının durumu, Öcalan’ın şartları gibi bir kısmı Kürt hareketinin tabanında, çoğu ise genel olarak Kürtlerde rahatsızlık yaratan konularda beklentileri dikkate almadığını gösteren açıklamalar yaptı.

Sürecin başından beri Kürtlerin çoğunda mevcut olduğu bilinen “kandırılma kaygısı”, bu tutumun bir sonucu olarak gittikçe derinleşti. Bu ruh halinin, Kürt hareketinin yönetim ve karar merkezleri üzerinde sürekli artan bir basınç yarattığını fark etmek zor değil. Buna rağmen, bu merkezler, şimdiye kadar sürece bağlılıklarını vurgulamaktan geri durmadılar.

Kongra Gel’in 9. Genel Kurulu’ndaki kararları, yapı ve görev değişimini, bu gerilimi bir dengede tutma çabası olarak okumak; yani bir yandan, barış sürecine bağlılığı teyit işareti, diğer yandan hükümeti uyarma ve kendi tabanını yatıştırma hamlesi olarak görmek mümkün.

‘Fiili olağanüstü hal’e doğru

Hükümetin süreci zora sokan yaklaşımının ikinci ayağını, Gezi olayları karşısında takındığı tutum oluşturuyor. Olaylara komplo mantığıyla yaklaşmak, hükümetin meseleyi toplumsal barış ve demokratikleşme ekseninde ele almasını engelledi. Bu mantık, doğal olarak protestocuları “düşman” gibi görmesine yol açtı. Böyle bir bakışın, kutuplaştırıcı etki yaratması kaçınılmazdır.

Acımasız polis şiddetini ve adli operasyonları, hükümet bu olaylar karşısında temel araç olarak kullanmaya devam ediyor. Öldürülen göstericiler için hükümetten bir üzüntü beyanı bile gelmemesi ve faillerin korunduğuna dair haklı kaygılar, kutuplaşmayı ve gerilimi körüklüyor. Son olarak Taksim Dayanışması’nı kriminalize etme ve TMMOB’yi işlevsizleştirme hamleleri, hükümetin “intikam” saikiyle ve topyekün bastırma hedefiyle hareket ettiği algısını haklı olarak yaygınlaştırıyor.

Bütün bunlar toplumsal barışın daha fazla yara almasına yol açıyor. “Fiili olağanüstü hal” görüntüsünü besleyen bu yaklaşım ve uygulamaların, Kürt sorununda işlemekte olan barış sürecini olumsuz etkilememesi düşünülemez.

Bu gidiş iyi değil, bu yoldan acilen dönmek gerek.

Peki nasıl? Bunu da sonraki yazıda ele alacağım.