Rıza Türmen

Rıza Türmen

rturmen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Günümüzde uygulanan Türk dış politikasına baktığımızda şunu görüyoruz: Bir yanda yeni bir dış politika söylemi var, öte yanda uygulamalar. Söylem ile politikalar ne denli uyumlu?
Söylem şunları içeriyor: Türkiye bölgesel bir güç, hatta küresel bir güç oluyor. Türkiye, eski Osmanlı topraklarında kendi liderliğinde bir uluslar birliği kurmayı tasarlıyor. Yani “Yeni Osmanlıcılık.” Komşularla sıfır sorunlu politika. Eksen kayması yok, Türkiye çok merkezli bir dış politika uyguluyor.
Öte yandan görünen bir gerçek var. Sn. Cumhurbaşkanı Yemen’i ziyaret ederken, Sn. Başbakan da aynı zamanda Kuveyt ve Katar’a resmi ziyaret yapıyor. Aynı tarihlerde, Alman Şansölyesi Merkel, Güney Kıbrıs’ı ziyareti sırasında çözümsüzlükten Türkiye’yi sorumlu tutan beyanlarda bulunuyor. Bu resim bile Türk dış politikasının ağırlık merkezinin Müslüman Ortadoğu ülkelerine kaydığını göstermeye yeterli.
Türkiye, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkas’larda bölgesel bir güç mü? Başka bir deyişle Türkiye, bağımsız hareket ederek bulunduğu bölgenin siyasetini etkileme kapasitesine sahip mi? Her şeyden önce Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülükleri bulunmakta. NATO üyeliğinin ya da AB ile Ortaklık Anlaşması’nın getirdiği sınırlamalar var. Türkiye bu sınırlar içinde hareket etmek zorunda.
Türkiye’nin bölgesinde daha hareketli bir dış politika izlediği doğru. Ancak bu hareketliliğin her zaman olumlu sonuç verdiği söylenemez. Örneğin, B.M Güvenlik Konseyi’nin İran’a yaptırım uygulamasını önlemek için Türkiye, İran, Brezilya arasında yapılan anlaşma amacına ulaşamadı. ABD yaptırımları Güvenlik Konseyi’nden geçirdi. Sonuçta, Türkiye hem Güvenlik Konseyi’nde olumsuz oy kullanmak zorunda kaldı, hem de ABD ile ilişkileri bozuldu. Türkiye’nin arabuluculuk girişimleri genelde başarısızlıkla sonuçlanıyor. Rusya-Gürcistan arasındaki arabuluculuk girişimi bunun başka bir örneği.
Türk dış politikası birkaç noktada gerçekçilikten uzak.
Birincisi, kendi gücü hakkında fazla iyimser. Sn Dışişleri Bakanı’nın “Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’yı Türkiye ile yeniden birleştireceğiz ve bu birlik gelecekte dünya politikasının merkezi olacak” gibi sözleri abartılı bir özgüveni yansıtıyor.
İkincisi, Türkiye, ABD ve Batı’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin onlara olduğundan daha fazla gereksinmesi olduğunu varsayıyor. Bunun sonucunda, özellikle ABD faktörünü iyi hesaplamıyor. Örneğin, İran politikasının ABD ile ilişkilerinde nasıl bir bedel ödemeyi gerektireceğinin iyi düşünülmemiş olduğu, sonradan ABD ile ilişkileri düzeltmek için gösterilen çabalardan ve İran ile ilişkilerde daha ihtiyatlı bir tutum benimsenmesinden anlaşılıyor.
Türkiye, ABD ile Suriye arasında arabuluculuk yapmaya çalışırken, ABD’nin Suriye ile doğrudan ilişki kurup Türkiye’yi devre dışı bırakması da Türkiye’nin “bölgesel güç” isteklerinin sınırını gösteriyor.
Aslında, ABD Türkiye’nin bölgede etkili bir role sahip olmasına karşı değil. Yeter ki, Türkiye ihtiraslarını sınırlayarak ABD’nin çizdiği çizgiler içinde kalsın.
Batı cephesinde ise, AB ile ilişkiler durma noktasında. Açılabilecek birkaç kalemden biri olan rekabet kalemi açılamadı. Hükümet bu kalemin açılması için parmağını kıpırdatmadı. Tıpkı sosyal politika ya da devlet ihaleleri konularında gerekli önlemleri almaması gibi. O nedenle, AB’nin Türkiye’ye karşı yanlışlarından söz ederken, Türkiye kendine düşeni yapıyor mu, sorusunu sormak gerekir.
Avrupa’da Türkiye’yi istemeyen bir kamuoyu var. Bu kamuoyunun oluşmasında en önemli etken İslam korkusu. AB’ye İslam kimliği ile girmek isteyen AKP’nin bu kamuoyunu değiştirmesi olanaksız. Oysa Türkiye ile Avrupa’yı birleştiren değer laiklik.
Dış politika garip bir oyun. Siyasal liderler oyunun çekiciliğine kapılıp ulusal sınırların dışında da popüler olmayı isteyebilirler. Ancak, bu oyunu kişisel inançlardan, ideolojik saplantılardan uzak, akılcı, soğukkanlı bir şekilde oynamak ülkenin geleceği bakımından önem taşıyor.