Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye, Suriye krizi nedeniyle ABD ile geleneksel yakın ittifak ilişkilerine dönerken, aynı zamanda geleneksel dış politikası açısından daha önce girmediği sulara açılıyor.
Başka ülkedeki rejimleri insan hakları ve demokrasi adına, üstelik BM onayı olmaksızın, devirmeye çalışmak ABD’den her zaman beklenen bir davranış biçimi olmuştur.
Türkiye ise, karşı taraftaki rejim ne kadar nahoş olursa olsun, bu tür yönelişlerden her zaman çekinmiş, Saddam’a karşı müdahalede olduğu gibi zorunlu hallerdeyse BM düzeyinde meşruiyet aramıştır. Başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerin uluslararası meşruiyet sağlamadan giriştikleri siyasi ve askeri planlar karşısındaysa hep ihtiyatlı ve çekingen bir yaklaşım sergilemiştir.
Bu aşırı ihtiyatın arkasında, elbette ki, içinde bulunduğu tehlikeli coğrafya kadar büyük felaketlere ve acılara yol açan Birinci Dünya Savaşı’na sorumsuzca girilmesinin hatırasına kadar uzanan bir dizi neden bulunuyor.
Ancak durumun Suriye kriziyle birlikte köklü bir şekilde değişmeye başladığını görüyoruz. Türkiye ilk kez, uluslararası meşruiyet aramadan, ABD’nin başını çektiği bir “gönüllü ülkeler koalisyonuyla” komşu bir ülkedeki rejimi devirmeye çalışıyor. Bunu yaparken de ABD’nin dış müdahalelerde her zaman kullandığı insan hakları ve demokrasi argümanlarını kullanıyor.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un hafta sonunda Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile gerçekleştirdiği temaslardan sonra, iki ülkenin Esad rejimine karşı “ortak operasyonel yapı oluşturacaklarının” açıklanması ise, Ankara’nın yeni yönelişini açıkça ortaya koyuyor.
Hal böyle olunca, Hürriyet’in kıdemli yazarlarından Taha Akyol’un bundan kısa bir süre önce “Davutoğlu’nun kumarı” olarak tanımladığı Suriye politikamızın Türkiye açısından ilerde ne getirip götüreceğini değerlendirmek durumundayız.
Türkiye Suriye ekseninde “demokrasi” ve “insan hakları” savunucusu olarak ortaya atıldıysa da, Esad’a karşı en yakın mesai içinde olduğu Suudi Arabistan ve Katar’ın bu açılardan berbat sicillere sahip olmaları, “Ankara’nın asıl niyeti” hakkında bölgede çeşitli kuşkulara yol açmış bulunuyor.
Ankara’nın esas itibarıyla Sünni eksenli bir politika güttüğü inancı ise hem yurt dışında, hem de yurt içinde yerleşmiş bulunuyor. Esad’ın devrilmesi halinde bile bu algının Ankara için Ortadoğu’da çeşitli düzlemlerde baş ağrısı yaratma potansiyeli göz ardı edilemez.
Türkiye’nin Esad’a karşı “İsrail’in baş destekçisi” ABD ile çok yakın eşgüdüm içinde olmasının, sadece Hizbullah gibi radikal Şii örgütleri değil, radikal Sünni unsurları da Ankara’nın aleyhine çevirme potansiyeli de göz ardı edilmemeli. İran’dan son dönemde gelen “El Kaide sizi de ısırmaya başlarsa şaşmayın” türünden kinayeli mesajları da bu çerçevede görmek lazım.
Türkiye’nin ABD ile Suriye konusundaki eşgüdümü, Tahran kadar Moskova’da da yakından takip ediliyor. Her iki ülkenin tehdit unsuru olarak gördükleri Kürecik’teki füze kalkanı radarı de hesaba katılırsa, Rusya ile İran’ın ilerde Ortadoğu’da daha aleni bir şekilde Türkiye’nin stratejik rakipleri olacaklarını varsayabiliriz.
Bu iki ülke, nesnel siyasi ve ekonomik nedenlerle Ankara ile ilişkilerini yine de mümkün olduğu kadar belli bir istikrar içinde yürütmeye çalışacaklardır. Ancak, Suriye krizinden sonra bu ilişkilere “soğuk savaş” zihniyetiyle yaklaşıp Ortadoğu siyasetlerini buna göre belirleyeceklerdir. Nitekim bunun yansımaları daha şimdiden görülüyor.
Bu da AKP’yi “idealist” ve “İslami eksenli” dış politikasından vazgeçirip Batı ile daha derin savunma ilişkilerine itecektir. Türkiye’nin bu çerçevede, askeri açıdan sırtlarını ABD’ye dayamış olan Suudi Arabistan ve Katar ile ilişkilerini daha da geliştirmesi ise, AKP’nin işini, en azından kendi tabanı açısından, belli ölçüde rahatlatacaktır.
Türkiye’yi en çok ilgilendiren ve tek başına bir yazı konusu olan Kürt meselesinin Suriye krizinden sonra alacağı şekillere ise burada girmeyeceğiz.