Gündem Bu kampanya hem geç, hem çok erken...

Bu kampanya hem geç, hem çok erken...

22.12.2008 - 00:15 | Son Güncellenme:

Dr. Balımoğlu’na göre, bu “Özür diliyorum” kampanyası “Ya birinci jenerasyon yaşarken yapılacaktı. Bütün tanıklar hayattayken ve insanlar birbirine karşı en azından susma saygısını gösterirken. Ya da toplum hazır olunca. Toplum hazır değil”

Bu kampanya hem geç, hem çok erken...

Özür diliyorum” kampanyası hakkında Cumhurbaşkanı’nın, Meclis Başkanı’nın, Başbakan’ın, brifingde sorulan bir soru sayesinde Genelkurmay’ın, çeşitli bakanların, Dışişleri’nin (2 kez), muhalefet liderlerinin, milletvekillerinin, Canan Hanımefendi’nin, kimi eski diplomatların, kimi tarihçilerin, aydınların, hemen hemen bütün köşe yazarlarının ve internet ortamında tehdit yağdıranlardan kampanyaya destek olanlara kadar bu ülkenin neredeyse bütün “asli unsur”larının düşüncelerini öğrendik. Hatta değil Türkiye’dekiler, diyasporadaki ve Ermenistan’daki Ermenilerin dahi ne düşündüklerini biliyoruz; hepsinin haberi çıktı, hepsinden haberdarız.

Haberin Devamı

Peki ya asıl bizim Ermeniler? Onlar ne düşünüyor duyduk mu? Sevindiler mi, incindiler mi, yoksa beyhude mi buldular? Ne biliyoruz onların hisleriyle ilgili? Sanki biraz kendimiz çalıp kendimiz söylüyoruz gibi bir hava yok mu sizce de? Bu işte bir tuhaflık yok mu?

Var. Bu işte bir tuhaflık var. Ama doğrusu varolduğunu biz de ancak “Bir Ermeni ne düşünüyordur?” diye sorduğumuzda anladık. Gerçi uyaranlar çıkmıştı, ama yok, o kadar da değildir herhalde; ilkinde olmasa bile ikinci aradığımızda birini bulur, konuşuruz sanıyorduk. Değil mi ki özür dileniyor, herhalde Ermeni vatandaşlarımız da artık daha rahat kendilerini ifade ederler diye düşünüyorduk.

“KORKUYORUZ!”

Fakat öyle değilmiş. Meğer birkaç Ermeni yayını ve çevresi dışında kalan “cemaat” konuşmama halini kampanyaya rağmen bozmak istemiyormuş. Oysa biz de tam tersine cemaatten, “sıradan” biriyle konuşsak diyorduk... Çünkü derdimiz politikayı, tarihi bir kenara koyup daha ziyade hislerden, hayattan, anılardan bahsetmek. Mümkünse de çooook yaşlı bir Ermeni büyükanneyle… Ama dediler ki, “O yaşlılar bize bile anlatmıyorlar ki, size hiç anlatmazlar duygularını…” Ya peki bir aile meclisine girsek… “Yok, o da zor, kimse gazeteye ailesinin adı çıksın, fotoğrafı çıksın, bu konudaki fikirleri yazılsın istemiyor.”

Haberin Devamı

Biz yine de vazgeçmedik, ne kadar tanıdığımız Ermeni varsa aradık, eş-dost, arkadaşlar, herkese haber bıraktık. Ancak duyduğumuz söz hep aynı oldu: “Konuşmak istemiyoruz.” Özür dilenirken bile mi? “Özür dilenirken bile!” Peki niye? “Çünkü korkuyoruz!”

İMZAMIZ YOK, AMA BİR SORUMUZ VAR

Şimdi birincisi, biz de “Tartışmak dahi gereksiz, 1915’te yaşananın adı soykırımdır” diyenlerin önde gideni değiliz. İkincisi, kimse vicdani kanaatini açıklamak zorunda olmadığı halde söyleyelim, bizim de “Özür diliyorum” kampanyasında imzamız yok. Ama bunlar ya da başka hiçbir gerekçe size her “Korkuyoruz” dendiğinde içinizin cız etmesine mani değil. Çünkü biz burada 1915’ten bahsetmiyoruz. Yıl 2008. Ve işte gün gibi ortada: 60 bin kişi 72 milyondan korkuyor. Onları incitenlerimizin çıkmasından endişe ediyorlar. Bizlerin gücünün onları korumaya yetmeyeceğinden… Ki işin en kötüsü biz de onlara “Yanılıyorsunuz” diyemiyoruz.

Haberin Devamı

İşte bu haldir ki gelip, yüreğimizde bir yeri sızlatıyor. Yanımıza bacağı kopmuş bir terör mağduru oturduğunda, yıllardır Madımak’taki döneri veya Aktütün’deki barakayı gördüğümüzde, başı örtülü diye çocuğunun diploma töreninden çıkarılan anne için ya da Tuzla’dan her ölüm haberi geldiğinde sızladığı gibi... Belki birine daha az belki birine daha çok, ama hep aynı yerden vuruluyoruz. Ebu Gureyb’te, Afrika’da, Filistin’de, Karabağ’da, Bosna’da vurulduğumuz yerden… Üstelik hiçbirinden sorumlu olmadığımız halde. Niye? Çünkü biz insanız. Bizler belki 1915’i bilemeyebiliriz. Başka başka açıklamalar da yapabiliriz. Ama eğer 2008’de mahalle komşularımız bizden korkuyorsa, biz bundan hicap duyarız. En azından aklımıza şu soru takılır: “Ya hu, 1915’ten biz sorumlu değiliz tamam da, peki 2008’deki bu korkudan kim sorumlu?”

Haberin Devamı

BENİ KURTLARIN ÖNÜNE ATACAKSINIZ

İşte tam böyle içimiz kararmış otururken, birden cep telefonumuzun ekranı yandı. Baktık; şöyle bir mesaj gelmiş: “Dr. Barkev Balimoğlu. Telefon numarası şu, şu, şu… Belki o konuşabilir.”

Hemen yazan numarayı aradık. Çok da yaşlı olmayan bir ses. Anlattık derdimizi. Biraz düşündükten sonra “Siz beni kurtların önüne atacaksınız anlaşılan” dedi. Biz “Olur mu öyle şey” diyecek olduk, anında sözümüzü kesti: “Peki kabul, yarın bekliyorum.”

Ertesi gün apartmanın merdivenlerinde karşıladı bizi Dr. Barkev ve eşi… Sevimli, sade bir ev. En önemli özelliği de her bir köşesinde gramofon olması. “Taş plaklar duruyor mu?”, dedik; Dr. Barkev gururla çıkarıp hemen birini koyuverdi… İçeri gireli daha 10 dakika bile olmamıştı ki salonun ortasında durmuş hep birlikte “Imperio Argentina” dinliyorduk. O arada göz ucuyla baktık Dr. Barkev’e, çok mutlu görünüyordu. Sorduk:


- Nasıl bir aileniz vardı sizin?

Öyle çok büyük hayalleri olmayan; günlük çalışıp, günlük geçinen, normal, orta halli bir aile. Misafirimiz çok olurdu. Özellikle annemin en büyük zevki konu komşu ağırlamaktı. Yedirsin, içirsin bayılırdı. Hele bir kağıt kebabı yapardı ki, çok meşhurdu.

Haberin Devamı


- Kalabalık mıydınız?

Bu bizim çocukken hep garibimize giden bir konuydu, çünkü bizim diğer çocukların ki gibi çok akrabamız yoktu. Ne enişteler, ne teyzeler, ne halalar, ne amcalar, hiç kimse yoktu. Bütün dünyamız babam, annem, iki dayım ve anneannemdi. Niye diye sorardık, ama doyurucu bir yanıt alamazdık. Zaten o yüzden bizim için komşularımız akrabalarımız gibi olmuştur.

HİÇ KÖTÜ KOMŞUMUZ OLMADI

- Hangi komşularınızı kastediyorsunuz; Türkleri mi Ermenileri mi?

Fark eder mi hiç, hepsi çok değerlidir. Annemin komşularını ben hâlâ bayramlarda mutlaka arar, onları tebrik ederim. Fatma Hanım, Hasan Bey, onun eşi, Mustafalar, Hamiyetler, Sevtap, onun oğlu Bekir…


- Kötü komşular peki; hiç mi olmadı onlardan?

Hiç olmadı. En azından biz İstanbul’da öyle bir şey yaşamadık. Belli korkular, belli ezilmişlikler yok muydu? Vardı, onları yadsımak mümkün değil, ama kötü komşumuz olmadı.


- Mesela nasıl bir ezilmişlik yaşıyordunuz?

Mesela yan mahallenin çocukları siz top oynarken gelir topu alırlar, ama siz gidip geri alamazdınız, çünkü koşarlar karakola, “Bunlar Türklere hakaret etti” falan derler, sopa yersiniz. Dolayısıyla o topu aldılar mı, mecburen susacaksınız.


- İlk ne zaman edindiniz bu deneyimi?

İlkokul çağlarında biliyordum artık bunun böyle olduğunu.


- Ya peki 1915’i ilk duyduğunuzda kaç yaşındaydınız?

1915 olayları bizde hiç konuşulmazdı ki... Aile içinde lafı bile geçmezdi.


- Anneanneniz hiç mi anlatmazdı?
Bizzat yaşamış biri, ama biz hep sonradan duyduk, o hiç anlatmaz, hep susardı.

- Niye sizce?
Ben ona sordum bir gün bunu, tam deli zamanlarımdı ve dedim ki anneanneme, “Bu kadar şey yaşadın, nasıl affedebildin? Nasıl hep sustun?”

- Ne yaşamış anneanneniz?
Anneannem zavallı bir kadın. Sivas-Zaralı. Çok sevdiği bir kocası var; Boos. Ona çok aşık. Ölürken bile öteki dünyada Boğos’una kavuşacak diye mutlu öldü. İki çocuğu var ondan. Henüz olayların başında kaymakamlığa çağırılıyor Boğos. Sonra kendisinden bir daha haber alınamıyor.
SOPHİE’NİN SEÇİMİ
- 1915’te?
Evet, sonra sürgün başlıyor zaten. Kendisi, yeni yürümeye başlamış çocuğu, yeni doğmuş bebeği ve kayınvalidesiyle yolda büyük acılar çekiyorlar.

- Büyük acılar?..
Çok acılar! (Bütün söyleşi boyunca tek bir sert ifade görüyoruz Dr. Barkev’de, o da bu an. “Çok acılar” deyip kesiyor sözümüzü. Tabii hemen sizin aklınıza gelenler bizim de aklımıza geliyor ve gerektiği gibi susuyoruz.) Sonunda anneannem çocuklarını taşıyamaz hale geliyor. Beslenemediklerinden sütü yok, bebeği doyuramıyor. 25 paraya kuru dut almış, yemenisinin ortasını çukurlaştırıp kuru dutu oraya koymuş, onu tükürüğüyle ıslatıp, şekerli bir şey diye bebeğin ağzına onu veriyor. Biraz kesebiliyor ağlamasını, ama tabii bebek artık açlıktan yarı ölü durumda.

- Kaç gün geçmiş?
Aylar... Anneannem artık iki çocuğu birden taşıyamıyor. Ve sonunda bebeğini bir dağ başındaki bir ağacın altında terk etmek zorunda kalıyor. (“Sophie’nin Seçimi” gibi bir şey bu ve Dr. Barkev artık dolan göz yaşlarını bırakıyor. Biraz durduktan sonra ise şöyle devam ediyor:) Benim anneannemden hatırladığım üç şey vardır: Birincisi, anneannem çocuk ağlamasına dayanamazdı. Çok halim selim, munis bir kadınken çocuğu ağlayan biri gördüğü anda neredeyse onu dövecek hale gelirdi. İkincisi bizim evde pek bıçak kullanılmazdı. Ekmek bile elle koparılırdı, çünkü anneannem bıçağı görünce çok rahatsız olurdu. Üçüncüsü de üniformalı biri karşısına çıktığı anda mutlaka yolunu değiştirirdi. Tabii bunların ne anlama geldiğini biz hep sonradan, başkalarına sora sora öğrendik.
“SEBEP OLANIN GÖZÜ KÖR OLSUN”
- Peki sizin o sorunuza hiç yanıt verdi mi anneanneniz?
Anneannemin bu konuda iki sözü vardı. Birincisi “O günler gitsin bir daha geri gelmesin” derdi. İkincisi de, “Sebep olanın gözü kör olsun” derdi. Yani o aslında bunu kendisine yapanları değil, onları bu işe itenleri suçlardı. Hiçbir Türk hakkında kötü bir şey demezdi. Hiçbirimiz demeyiz.

- Bu arada nasıl kurtulmuş tehcirden?
Zara’daki akrabalarından bir kadının kocası hatırı sayılır bir Türkmüş. Kadın “Bütün akrabalarımı kaybettim, bana bari onları geri getir, yoksa bir daha sana karılık yapmam” demiş. Adam karısını kıramamış, gerekli izni çıkartmış, Sivas’tan bir ulak gönderilip, artık son noktaya varmak üzere oldukları bir anda kurtarılmışlar. Zara’ya döndükten sonra dedemle evlenmek zorunda kalmış. Dedem iyi bir demirci olduğu için tehcir edilmemişlerden. Ama zavallı kadıncağızın gönlü hep Boğos’undaymış, açıkçası dedemi pek sevememiş, ama mecbur işte, evlenmiş.

- Neydi hanımefendinin adı?
Bayzar… Aydınlık demek. 1899 doğumluydu, 1986’da da öldü. Beni hep “Deli oğlan” diye çağırırdı. “Hent Manç” diye…

- Onu düşündükçe hâlâ çok üzülüyorsunuz değil mi?
Benim en çok üzüldüğüm, şu yaşanan olayların insani boyutlarının görülmemesi. Yoksa bu olaylar dünyanın her yerinde yaşanmıştır. Ben bir tek anneannemin acısını biliyorum; kimbilir kimlerin ne acısı vardır. Ama hiç kimsenin kendini benim anneannemin yerine koyup, empati yapmaması var ya, işte o beni çok üzüyor. Kişiselleştirerek söylemiyorum. Yapan da önemli değil, yapılan da… Fakat onlar insandı, bunun hissedilmesini istiyorum. Sadece bunu istiyorum.
DAYIMIN HIÇKIRDIĞI AN
- Ya peki baba tarafınız; onlar neler yaşamış?
Oradan hiç kimse kalmamış ki; babam baba sesini bile işitmemiş...

- Şimdi hayatta kalan bir büyüğünüz var mı?
Bir dayım var. O da birkaç yıl önce memleketi Zara’ya gitmiş. 70 küsur yıl aradan sonra ilk kez. Ayrılırken 7-8 yaşlarında olmalı, ondan sonra bir daha görmemiş. Hemen babasının demirci dükkanını aramış. “Kim bilir?” diye sormuş, “İbrahim Bey var, o bilir” demişler. İbrahim Bey bulunmuş, getirtilmiş. Şöyle bir dayıma bakmış İbrahim Bey, “Sen Hampartsun musun?” demiş. Dayımın o anda dizlerinin bağı çözülmüş ve orada hıçkırmış. Düşünebiliyor musunuz ki, 7 yaşında çıktı oradan, neredeyse 80 yıl sonra döndü ve köyünde onu unutmayan biri var. İnsanlık bu işte. Eğer bu insanlık ayakta durabilseydi bugün Anadolu coğrafyasının daha değişik bir yaşam alanı olacağını düşünüyorum ben.

- Her şey daha mı güzel olurdu?
Bakın, ben hep hayalimde şunu derim: Eğer 1915’te Anadolu halkının büyük kısmı devlete karşı “Hayır, biz komşularımızı dostlarımızı vermiyoruz” diye ayağa kalksalardı, bugün Anadolu’nun sahip olacağı çehreyi düşünebiliyor musunuz? Avrupa’dan çok daha ileri bir ülke olacaktık. Ama bugün bile yapamıyoruz bunu. Bugün bile… Mesela “Özür dilemem, ama senin acını paylaşıyorum” diye imzalasın benim kardeşim, öyle değil mi?
“KILIÇ ARTIĞI” SAYESİNDE 1915’İ ÖĞRENDİM
- Peki size dönersek, ailenizden duymadıysanız ilk kimden öğrendiniz 1915’i?
Ben ilk kez bunu densiz bir emniyet görevlisinden duydum. İlkokul çağlarındaydım.
Bir olay olmuştu ve bana hakaret etmek için “Git oradan kılıç artığı” dedi. Tabii anlamadım ne dediğini, hemen eve gidip anneme sordum, “Bilmiyorum” dedi. Akşam babamı bekledim, babam da “Bir densizliktir, boş ver” dedi.

- Sonra kime sordunuz?
Kimseye sormadım ve yıllar geçti. Artık lisedeydim. Bir kahveye gitmiştik. Kahvecinin Kürt bir çaycısı vardı. Elinde tepsiyle gelirken ağzından aynı lafın çıktığını duydum. Hemen sordum çevremdekilere, kılıç artığı ne demek diye… Sürgünden kalan Ermenilere verilen isim, dediler. Neyin sürgünü, deyince de bildikleri kadar anlattılar.

- Ne hissettiniz o anda?
Önce bir şaşkınlık… Bir sürü soru, ama hiçbirinin cevabı yok.

- Evdekiler niçin hiç anlatmıyor?
Çünkü bunları dışarıda konuşmaya başlarsak başımızın belaya girmesinden korkuyorlar. Hiç konuşulmasın, susulsun istiyorlar. Bizi sakındıklarından…

- Peki siz nasıl çözdünüz o kafanızdaki soruları?
Sora sora 1980’lere kadar yarım yamalak bilgilerle geldik. Sonra tabular yıkıldıkça kitaplar çıktı, biraz biraz konuşulmaya başlandı. O günlerden beri hâlâ okurum. Elbette tarihçi değilim, ama bence en doğrusu her şeyi araştırarak anlamaya çalışmak.
KONUŞURKEN ÇOK DA RAHAT DEĞİLİM
- Hiç evin içersinde soykırım lafını duydunuz mu?
Nasıl duyayım, “soykırım” nedir bilmezlerdi ki…

- “Medz Yeğern” mi (Büyük Felaket) derlerdi?
O daha çok okumuşlarımızın kullandığı bir tabirdi. Halk daha çok “Aksor” (Sürgün) derdi veya “Çart” (Kırım).

- Peki mesela 30 yıl önce mi daha rahat yaşıyordunuz Türkiye’de, yoksa şimdi mi?
30 yıl evvel siz benimle oturup bunları konuşamazdınız. Bu gelinen bir noktayı gösterir. Ama ben sizinle konuşurken çok rahat mıyım, nispeten rahatım, ama çok da değilim. Çünkü karşımda bir toplum var ve bu toplum halen bu konuları konuşmak için hazır değil. O yüzden insanlar doğru algılayamaz bunları diye çekiniyorum, çünkü ben ne yaparsam yapayım önyargılar yıkılmadığı sürece beni görmek istedikleri şekilde görecekler.
BİZİ DEĞİŞİK BİR MAHLÛK SANIYORLAR
- Sizce “bu tipler” bir Ermeni’yi nasıl görüyor; nasıl bakıyorlar size?
Ermeni sanki sıradan bir mahlûk değil de, değişik bir mahlûkmuş gibi bakıyorlar. Hepimizin en az bir kez başına gelir, benim de geldi. Askerdeyken sağlık problemi olan birinin zor biri işini hallettim. Çok sevindi, beni çok seviyor falan derken bir gün sonra benim Ermeni olduğumu duymuş. “Komutanım ya sen Ermeni’ymişsin” dedi bana. “Evet, bir mahsuru mu var” dedim, “Ya sen nasıl Ermeni olursun, çok iyi bir insansın” dedi. Şimdi ben bu adamcağıza kızamam, bu adam sıfır numara samimi, ama düşünebiliyor musunuz, Ermeni onun kafasında nasıl bir öcü…

- Niye sizce?
Bilmemekten olabilir. Ya da beni gördüğü zaman görmek istemediğini görüyor olabilir. Yok farz etmek istediklerini görüyordur belki…

- Siz 1915’te yaşananın soykırım olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Başka türlü bir şey geliyor mu sizin aklınıza? Buharlaşmadı ya bu insanlar… Bakın, Sivas’ta tehcir edilenlere söylenen bir laf vardır, “Bu topraklardan sizin kokunuzu, b..unuzu sileceğiz” diye. Önce Anadolu’yu Ermeniler’den boşalttılar, sonra da bütün mallarını yeni gelenlere dağıttılar. Dolayısıyla her halükarda bu amaç vardı, hiçbir şey tesadüf değildi.
BU SORUNU YILLAR ÖNCE ÇÖZMELİYDİK
- Peki karşınıza biri gelip “Ben soykırım olduğunu düşünmüyorum, ama sizin çektiğiniz acıyı kabul ediyor ve bunun için de çok üzülüyorum” dese, ne hissedersiniz?
Her olayın çözümünde benim kullandığım üç kriter vardır. Dürüstlük, iyi niyet, içtenlik. Bu üçü varsa mutlaka bir çözüm yolu buluruz. Yani eğer gerçekten samimiyetiyle bunu söylüyorsa ona saygı duyarım. Ama sırf inkâr etmek için, milli menfaatler uğruna veya para talep edilmesin diye bunu söylüyorsa ona saygı duymam. İşte zaten ben o yüzden diyorum ki, bu kampanya bir yandan çok geç, ama bir yandan da çok erken oldu.

- Ne zaman yapmalıydı sizce?
Ya birinci jenerasyon yaşarken yapılacaktı. Bütün tanıklar hayattayken ve insanlar birbirine karşı en azından susma saygısını gösterirken. O zaman bunu orada halledip bitirecektik. ASALA’ya falan malzeme bırakılmadan, kendi meselemizi biz burada kendi aramızda halledecektik. Ya da toplum hazır olunca. Toplum hazır değil. Bu mesele o kadar uzun yıllardır konuşulmadı ki şimdiki genç insanlar neyin ne olduğunu hiç bilmiyorlar, o zaman da sadece tepki duyuyorlar. Oysa otu bile dikmek için önce toprağı hazırlamanız gerekir.
PAYLAŞMAK ÖZÜRDEN DAHA ÖNEMLİ
- Yine de hoşunuza gitmedi mi “Özür dilerim” denmesi?
Ben bu kampanyaya katılan herkese müteşekkirim. Hepimiz müteşekkiriz. Ama doğrusu benim için özür şart değildi. Çünkü kendimden biliyorum, özür kolay dilenmez. (Farkındaysanız burada Dr. Barkev Türklerle empati yapıyor) Ben özel hayatımda bile özrümün daha sessizce anlaşılmasını daha değerli bulurum. Hani ben o ezilmişliğimi, üzüntümü davranışlarımla size anlatabildiysem veya siz bana anlattıysanız bu usulen yapılan bir özürden çok daha değerlidir benim için. Mesela eski yaşadığınız köylere gidiyorsunuz, kuşkuyla karşılanıyorsunuz “Bunlar topraklarımı istemeye geldiler” diye. Ama bazı yerlerde de diyorlar ki “Gel ya bak senin deden dikmiş bu ağaçları, bak ayran yaptım, otur bir ayran iç.” İnanın ki o anda toprağınızı helâl ediyorsunuz. İşte bu yüzden diyorum ki, dürüstlük, içtenlik, iyi niyet.

- Ve paylaşmak?..
Zaten bu kampanyada müteşekkir olduğum şey o iki kelimedir: “Acınızı paylaşıyorum…” Çünkü benim değer verdiğim en önemli erdemlerden bir tanesi paylaşmaktır. Ekmeğini paylaşmak ne kadar saygınsa acıyı paylaşmak bin kat saygındır. Ben bunu bana diyen adama müteşekkirim. Çünkü “Acını paylaşıyorum” çok insancıl, ama imzayla özür olmaz ki… Çok saygın bir hareket kabul ediyorum, fakat ben onu zaten yüzüme bir bakışta bile anlarım. “Arkadaş, bilmeden senin nasırına basmışım, affet” bakışını anlarım ben. Ama önce bunu hissetmeleri, buna inanmaları gerek, yoksa yapamazlar ki… Nitekim çok can bir arkadaşım var, Serhat. Geldi bana “Sahiden olmuş mu” dedi. Ona anneannemi anlattım. Serhat üç gün sonra geldi, “Allah kahretsin ulan! Üç gündür beni uyutmuyorsun” dedi. Sarıldı bana. (Doktorun gözleri yine ıslandıkça kahveden yeşile, yeşilden maviye dönüyor) Ben de ona sarıldım. Zaten severdim, bir kere daha sevdim. Şimdi bu adamın “Özür dilerim” demesine gerek mi var mı bana?
BELKİ “ERMENİ” BİLE DENMEYEBİLİRDİ
- Peki der misiniz ki, “Özür dileyenin de canı sağ olsun, dilemeyenin de” diye?
Demez miyim, tabii ki hepsinin canı sağ olsun. Hatta ben şimdi size başka bir şey söyleyeyim: O metinde hiç Ermeni lafı bile geçmeyebilirdi. “1915 mağdurları, kurbanları” demek bile yeterli olabilirdi. Önce burada bir acı var, bırakın Ermeni’yi, niye Ermeni önemli ki, niye ölenin adı sanı önemli ki, neden onun Agop ya da Ahmet Mehmet olduğu önemli? Hayır, insan olduğu önemli. “Ben 1915’te Anadolu insanına yapılan zulmü lanetliyorum” diye çıkabilirdiniz veya “1915’te Anadolu’da yaşananlar hepimizin ortak acısıdır” diye çıkabilirdiniz ve ondan sonra da “Gel dostum, kucaklaşalım, barışalım, insanız bu acıyı beraber göğüsleyelim. Senin acını taşımanda sana yardım etmek istiyorum” diye ortaya çıkmak gerekiyordu. O zaman daha insancıl olurdu. İnsanlar o zaman birbirlerine daha koşa koşa giderlerdi, “Evet arkadaş biz de duyduk, biliyoruz siz bu acıyı yaşamışsınız. Tarihinizi, geçmişinizi, geleceğinizi, kültürünüzü, her şeyinizi orada bırakıp gitmişsiniz” diyebilirdi.

- Soykırımı kabul etmese de mi?
Benim için önce gelen olayın varlığını kabullenmektir. Yoksa varolan olaya bir isim vermek değil. Çünkü bu lanet terimin yüzünden asıl meselenin insancıl tarafı güme gidiyor. Önce acı var benim için. Bizim aile çok büyük bir aileymiş düşünebiliyor musunuz; ama şimdi yoklar, benim için önemli olan bu.
BUGÜN YAŞANANLAR 1915’TEN DAHA ÜZÜCÜ
- Bu kampanyayı “dış mihrakların” işi gibi görenler, amacın özür dilemek falan değil, Türkiye’ye soykırımı kabul ettirmek olduğunu iddia edenler var; sizce?
Ben kimsenin Türkiye’ye soykırımı kabul ettirmeye falan niyeti olduğuna inanmıyorum. Etse ne olacak? Yani biraz pragmatist bakmak gerekiyor. Sonuçta olaya Türkiye’ye soykırımı kabul ettirip ettirmemek diye bakmak yerine iki toplumun barışmasını sağlamak diye bakmak gerekir.

- Peki kampanyayı hazırlayanlar sizden özür dilediği için, acınızı paylaştığı için tehdit alıyorlar şimdi; bunları duydukça ne geçiyor içinizden?
Nasıl bir kelime bulmalı bilmiyorum ki… Bir kere benim yüzümden aşağılanmaya göğüs geren herkes benim için çok saygın, ama bu çok üzücü. Kendimi çok kötü hissettiriyor bana. O yaşananlar belki 1915’te olabilirdi. Dünya kör bir dünyaydı. Ama şimdi neredeyse 2015’teyiz. Bence şimdi yaşananlar daha üzücü. Çünkü 1915’te ne olduysa oldu arkadaş, ama şimdi bunlar geri gelmeyecek ve yaşananlar kalacak.
KEŞKE POLİTİKACILAR BU İŞE KARIŞMASAYDI
- Cemaat ne hissediyor şu anda?
Yan yana geldiğimizde konuşuluyor. Şüphesiz insanlar onore oldular. Ama bir tedirginlik de var. Acaba bu etkinin tepkisi ne olacak diye… Bu da doğal değil mi? En azından neler olacağını bilemediğiniz, nasıl bir tepkiyle karşılaşacağınızı bilemediğiniz için tedirgin olabilirsiniz.

- Cemaatte şöyle bir hava var mı, “Bize dokunmasınlar da ister özür dilesinler ister dilemesinler?”
Cemaatin tepkisini tek tipte değerlendiremeyiz, ama elbette gündelik rahatını bozmak istemeyenler de vardır.

- Başbakan’ın, Genelkurmay’ın tepkisine ne diyorsunuz?
Politikacılar, kurumlar keşke hiç konuşmasaydı, çünkü bu kişilerin tepkisiydi, kurumsal bir tepki değildi ki…

- Cumhurbaşkanı Gül?
Beklediğimizin çok üzerinde.

- Canan Arıtman?
Konuşmaya değer mi?

- Peki bir de şunu merak edenler var: Acaba siz Ermenilerin verdiği üzüntüler nedeniyle özür diler misiniz?
Ermeniler ölmenin ne olduğunu bilen insanlardır. Ayrıca ben bir doktorum. Benim hayatta tek bir kutsalım vardır, o da insan yaşamı. Benim için bir tek insan hayatı her türlü değerin üzerindedir. Ne milli, ne manevi, ne evrensel hiçbir değer yok benim için. Hiçbir şey bir tek insan hayatına değmez. Ve bir tek insan hayatının kaybı hiçbir değerin karşılığı değildir. Ben işin diğer taraflarına bakmam, sadece buna bakarım. O yüzden elbette ben kendi beklediğimin aynısını yaparım. Üzüldüğümü ortaya koyarım, sarılırım, paylaşırım.
ÜÇ ÜNİVERSİTE BİTİRDİ
Dr. Barkev Balımoğlu, 1947-Tarlabaşı doğumlu. Çocukluğu ve gençliği Üsküdar’da geçti. Anaokulundan üniversiteye kadar azınlık okullarında okudu. Sonra üç üniversite bitirdi: İÜ Psikoloji; Sultanahmet’teki İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi; İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi. Askerliğini Ankara Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın dispanserinde yaptı. Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nden emekli oldu. “O günden beri kendi halimde yaşayıp gidiyorum” diyen Balımoğlu iki çocuk babası ve 55 yıllık bir trompetçi.