Alper Hasanoğlu

Alper Hasanoğlu

alperh@therapiagroup.com

Tüm Yazıları

Ömer Rumeli göçmeni bir aileden geliyordu. İstanbul’a Sirkeci Garı’ndan, yani Avrupa’dan giriş yaptıklarını sık sık vurgular, adeta bununla övünürdü. Babası ve annesi küçük yaşta İstanbul’a gelmiş olmalarından dolayı hızla İstanbul’a uyum sağlamış, aileleri eğitime önem verdiği için onlar da yüksek tahsil yapmış ve Ömer’e de bu anlamda rol modeli olmuşlardı.

Ömer için okumak, yükselmek ve alanında mümkünse en iyisi olmak dışında başka bir seçenek yoktu.

Prenses bu prensi neden sevsin*


Evde pek konuşulmazdı. Babası çarçabuk ama mutlaka birlikte yenen akşam yemeklerinden sonra odasına çekilir ve durmadan okurdu. Üç duvarı tavana kadar kitaplıklarla kaplı odasından çok seyrek çıkar, arada tuğla gibi bir kitabı Ömer’in masasının üzerine bir şey söylemeden bırakırdı. “Bu kitabı okumalısın” demekti bu.

İlişkileri kısa sürüyordu

Kız arkadaşlarına hiç karışmazdı. Bir kız arkadaşı olup olmadığından bile haberi yoktu belki. Annesi ise her yeni kız sonrası adeta çapraz sorguya alırdı Ömer’i. Ailesinden okuduğu okula, gittiği son tatile, hangi yabancı dilleri konuşuyor olduğundan dış görünüşündeki en ince ayrıntıya kadar masaya yatırırdı kızı. Sonra bir beş çayına davet eder, oturup kalkmasına, kendisine karşı olan tutumuna da bir puan verir ve mutlaka sınıfta bırakırdı. Ömer bütün bunlara çok öfkelendiği halde, annesiyle kız arkadaşı hakkında konuşmaya başladıktan sonra ve kızın annesiyle sohbet ederken takındığı tavırlarını gördükçe yavaş yavaş soğurdu ondan. Çok şaşırırdı bu duruma. Halbuki başlangıçta nasıl da mükemmel görünürdü kız arkadaşları ona. “Bir türlü doğru değerlendirmeyi öğrenemeyeceğim” diye hayıflanırken yakalamıştı kendini bir gün.
Ama bir defasında öyle bir kızla tanıştırmıştı ki annesini, o bile hiçbir kusur bulamamış ama sonra, gecenin bir vakti odasına dalıp “Ama gastriti var” deyivermişti. Hiçbir ilişkisi iki ayı geçmemişti ve hiçbiriyle bırakın aynı evde yaşamayı, bir gece bile aynı çatı altında kalmayı tahayyül edemiyordu. Kızlar onun için bir nesne haline dönüşmüştü zamanla, ne tuhaf.

Üniversite sınavında belli bir hayal kırıklığı yaşatmış olsa da ailesine, orta halli bir tıp fakültesi kazanmıştı çünkü, iyi bir öğrenci olarak bu açığı kapamaya çalıştı. Dereceyle olmasa da yüksek bir ortalama ile okulu bitirmiş, aynı fakültede dahiliye ihtisası yapmış, şimdi de en popüler özel hastanelerden birinin dahiliye departmanında şef yardımcısı olarak çalışıyordu. Artık kendi evine çıkmış, hayatına kendisini rahatsız edecek herhangi bir şeyi veya kimseyi sokmadan yaşıyordu.

Kadınları beğenmemek için artık annesine ihtiyacı yoktu. Mayıs ayından sonra hâlâ çorap giyen kadınlar gözünden düşüveriyordu birdenbire ya da beyaz şarap kadehini avuçlayarak tuttuğunda bir kadın, soğuyuveriyordu ondan. Böyle kriterlere sahip olduğunun farkında bile değildi. Ayakkabısının renginde olmayan bir çorap giymesinin mümkün olmadığının farkında olmaması gibi.

Deniz böyle bir zamanda karşısına çıktı Ömer’in. Güzeldi, zekiydi Deniz. Ama anne babasının mesleği (anne terzi, baba kahvehane sahibi), İngilizcesinin kötülüğü, mezun olduğu okulun sıradanlığı, hiç yurt dışı tatil yapmamış olması, anne babasıyla yaşıyor ve en önemlisi 30 yaşında hâlâ bakire olması. Cinsellik dışında ne yaşayabilirdi ki onunla?

Gece yarısı seviştikten sonra onu eve göndermesine üzüldüğünü görebiliyordu. Ama ne yani, istemediği bir şeye katlanması mı gerekiyordu onu üzmemek için? Sonuçta erişkin bir kadındı Deniz ve o da gayet dürüst bir şekilde hiçbir “commitment” istemediğini ilk geceden söylemişti ona.

Deniz düşündü ve güldü

Deniz gecenin bir vakti, ilk cinsel ilişkisinden sonra taksiyle eve gönderilmesinin şokunu atlatıp düşünmeye başladı. Bunu en iyi yaptığı yer, Ortaköy’de içinde doğduğu evlerinin cumbasındaki cam kenarıydı. Dirseğini pencerenin pervazına dayar, yoldan gelen geçene bakarken zihnindeki düşünceleri düzene sokardı. Yine öyle yaptı.

Evet Ömer hoş bir adamdı. Yakışıklıydı, zekiydi, geleceği parlaktı, komikti ama insan değildi. İnsani duygulardan yoksundu. Birine bağlanması, ona sadık kalması, sevgisini göstermesi, nazik olması, ona küçük sürprizler yapması, başkalarının yanında ona onun için özel olduğunu göstermesi mümkün değildi. O kendini iyi hissettirecek bir şeyler yaparken, yere düşen kırıntılarla yetinmesi gerekecekti Deniz’in. “Böyle bir prensi prenses niye sevsin ki?” diye düşündü ve güldü kendi kendine. Filiz Aygündüz’ün “Prens Prensesi Sevmedi” kitabını yeni bitirmişti. Kalktı, Ömer’in iletişim bilgilerini sildi telefonundan ve mutfağa gidip bir çay doldurdu. Tek bir şeker atma iznini bir seferlik verebilirdi kendine.

* Filiz Aygündüz’ün “Prens Prensesi Sevmedi” romanının alternatif
öyküsü.