Dilek Kurban

Dilek Kurban

dilek.kurban@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Geçtiğimiz pazartesi Münih’te başlayan Almanya tarihinin en büyük neo-Nazi davası, ülkenin göçmen düşmanlığı ve ırkçılık ile imtihanın sembolü oldu. Nasyonal Sosyalist Yeraltı (Nationalsozialistischer Untergrund-NSU) adlı örgütün kurucusu, üyesi ve/ya sempatizanı olmakla suçlanan beş sanığın yargılandığı davaya yönelik beklentiler oldukça yüksek, gerçekçilikleri ise büyük tartışma konusu.
NSU tarafından öldürüldüğü iddia edilen dokuz göçmenin yakınları ile göçmen örgütlerinin beklentisi, sanıkların cezalandırılmasından öte, cinayetlerin ardındaki ırkçılığı görmezden gelen devlet yapısı ve ideolojisinin sergilenmesi. Ailelerin avukatları, NSU’nun, savcının iddia ettiği üzere üç değil, aralarında Almanya istihbaratının muhbirlerinin de bulunduğu 100’den fazla üyesinin olduğunu öne sürerek, bu davayla devletin cinayetlerde oynadığı rolü sergilemeyi amaçlıyor. Emniyet ve istihbarat birimlerinin sorumluluğunu görmezden gelen savcıya meydan okuyan avukatların hedefi, sanıklara yöneltecekleri sorular ve mahkemeye sunacakları delillerle devleti sanık sandalyesine oturtmak.
Tartışmanın diğer tarafında ise, ceza davalarının doğaları gereği hakikatin ortaya çıkmasından ziyade sanıkların sorumluluğuna odaklandığına işaret ederek bu beklentilerin gerçekçi olmadığını savunanlar var. Nitekim, federal savcılık ofisi, 77 müdahilin hakikat beklentisine yanıt veremeyeceklerini, davayı sanıkların kendilerine isnat edilen suçlara dair sorumlulukları ile sınırladıklarını söyledi. Münih Bölgesel Mahkeme Başkanı Karl Huber de mahkemenin bir soruşturma komitesi olmadığını, temel işlevinin sanıkları olası bir yeniden yargılanma kararına yol açmayacak şekilde hukuki ve doğru bir şekilde yargılamak olduğunu belirtti.
Davanın amacına ilişkin tartışmanın arka planında, NSU’nun ortaya çıktığı Kasım 2011’den bu yana devam eden daha büyük bir toplumsal tartışma yer alıyor. Bu ise, devletin NSU’nun yeraltında indiği 1998’den itibaren on cinayet, on beş banka soygunu ve onlarca kişinin yaralanmasına yol açan iki bombalama eylemi gerçekleştirebilmesindeki sorumluluğu. Emniyet ve istihbarat birimlerinin 2002’de aşırı sağcı bir gazetenin manşetinden selamladığı NSU’nun varlığından ancak tesadüfen ortaya çıktığı 2011 yılında haberdar olmasının nedeni, kimilerine göre eyaletler arası bilgi paylaşımını güçleştiren federal sistemin azizliği, kimilerine göre ise suç örgüsünü göremeyen güvenlik birimlerinin basiretsizliği. Ana akım medyada yaygın kabul gören görüş, bürokratik hantallık ile güvenlik görevlilerinin beceriksizliğinin birleşimi.
Diğerlerine göre ise, asıl mesele, güvenlik birimlerinin NSU’yu yakından takip etmekle kalmayıp, maaş bağladığı muhbirler aracılığıyla örgütle sıkı ilişkiler içerisinde olmasıydı. Devlete sirayet eden “kurumsal ırkçılığın” tespit edilmesi gerektiğini savunan bu kesime göre, Almanya toplumunun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortadan kalktığını varsaydığı aşırı sağ ideoloji ile yüzleşmesinin tek yolu, bu ideolojinin devlet içerisindeki bağlantılarını ortaya çıkartmak. NSU davasının yol açtığı toplumsal tartışmaya rağmen göçmenlere yönelik ırkçı şiddetin ve kamu otoritesinin bu şiddete duyarsızlığının devam ettiğine işaret eden muhalif kesimler, bunda devletin kurumsal ırkçılıkla mücadele etmek için hiçbir adım atmamış ve güvenlik birimlerini yeniden yapılandıracak köklü reformlar yapmamış olmasının etkili olduğunu vurguluyorlar.
Gerek bu davanın iki sene sürecek olan duruşmaları, gerek güvenlik birimlerinin NSU davasındaki sorumluluğunu araştıran federal parlamento bünyesindeki komisyonun eylül ayında açıklanması beklenen raporu, gerekse federal savcılığın neo-Nazi şüpheliler ve örgütlere ilişkin halen yürütmekte olduğu 14 soruşturma, Almanya’daki bu tartışmanın uzun süreceğini gösteriyor.