Serfiraz Ergun

Serfiraz Ergun

serfiergun@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Dün akşam Lütfi Kırdar’da Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın konseri vardı. Konuk şef de Bülent Eczacıbaşı’ydı. Çaykovski’nin Fındıkkıran Bale Suiti’nden 3 bölüm çaldı. Biliyorsunuz, iki yıldır işadamı konuk şefler bir hibe karşılığı Borusan Filarmoni’yi yönetiyorlar ve o para ile de öğrenciler saygın müzik okullarında lisans üstü eğitim görüyor.
Bu fondan yararlanarak New York’ta The Juilliard School’da okuyan Fagot sanatçısı Burak Özdemir de konserde Mozart’ın Fagot konçertosunu çaldı. Bir gün önce Borusan’ın İstinye’deki binasında konserin provalarına da gitmiştim. Borusan Kültür Sanat Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Hamedi’nin ikram ettiği sandviçleri atıştırıyorduk. Bülent Eczacıbaşı öğle tatilinde işten çıkmış gelmiş.

Gayet serinkanlı

Ceketini kravatını çıkardı, sandalyenin arkasına astı, gömleğinin kollarını sıvadı, çıktı şef kürsüsüne. Allahım, insan bir heyecan ifadesi bile takınmaz mı? Gayet serinkanlı, sanki Eczacıbaşı Holding’in kırk yıldır yaptığı yönetim kurulu toplantısı. Oysa geçen sene yine aynı orkestrayı yine aynı Lütfü Kırdar’da yöneten konuk şef Rahmi Koç, Vivaldi’nin Dört Mevsim’inin notalarını batonunuyla orkestraya fırlatırken yüzünün trans hali duygularını destekliyordu.
Bülent Bey’e provadan sonra sordum; “Hiç heyecanlanmadınız mı?” diye. “Heyecanlanmaz mıyım? Bana sorun” dedi. Prova sırasında Eczacıbaşı kah yavaş kah hızlı batonunu salladıkça, Fındıkkıran’ın kulağa çok hoş gelen notaları orkestradan dökülüyor. Orkestra Bülent Bey’i takip ediyor; Bülent Bey de orkestranın ortasına sandalyesini çekmiş, bir-ki-üç-dört diye metronom görevi yapan Gürer Aykal’ı.
Zaten bir klasik müzik dinleyicisi olan Bülent Eczacıbaşı hayatında hiç enstrüman çalmamış.

Ayna karşısında çalışmış

Küçükken kendisine alınan enstrümanlarda da sebat göstermemiş. Borusan Filarmoni’nin şeflik teklifini kabul ettikten sonra başlamış çalışmaya ayna karşısında. Sonra Gürer Aykal’la çalışmış epeyce, sadece iki-üç kez de orkestrayla. Çıktığı iş seyahatlerine bile batonunu ve notalarını yanında götürmüş.
Hatta bir seferinde Boston havalanında polis el çantasından çıkartmış bu sivri uçlu batonu “Nedir bu?” diye. Bülent Bey “baton” diyince polis tabii sorgulamaya devam etmiş, “Orkestra şefi misin?”, “Hayır, değilim”, “Eee??” Allahtan nota defterlerinin de varlığı Bülent Bey’in tezini desteklemiş de ucuz atlatmış Boston polisinin gazabını. Gürer Aykal’dan daha önce Borusan Filarmoni’ye konuk şef olan Ahmet Kocabıyık, Rahmi Koç ve Bülent Eczacıbaşı’yı değerlendirmesini istedim; hiç tereddütsüz “Bülent, en iyisi” dedi.
Bülent Eczacıbaşı kırkbin euro bağış yapmış. Şu ana kadar Asım Kocabıyık Vakfı dört öğrenciye burs sağlamış. Hamedi , Vakfa giren bağışların ihtiyacı karşılamadığını, üstünü Borusan’ın tamamladığını söyledi.

Haberin Devamı

Atatürk bunu haketmiyor
Can Dündar’ın kendisi de “linç” dediği gibi milletçe cinnet geçiriyoruz. Bence Mustafa Filmi’nde kusur aranacaksa başka kusurlar arayalım. 20-25 yıl önce Woody Allen’in yazıp, yönetip, oynadığı Zelig isimli filmi izlemiştim. O filmde Allen, siyah beyaz Nazi arşiv filmlerinin içine kendisini televizyondaki bluebox yöntemi gibi bir yöntemle yerleştirmişti ve mükemmel bir sonuç çıkmıştı.
Arşiv ve canlandırma filmlerinin iyi harmanlanmasına Tolga Örnek’in Gelibolu filmi de iyiydi. Televizyon haberciliğinde bazen elinize öyle görüntüler gelir ki yazacağınız metne bir perfore de yani bir paragraf da o görüntülerin hatırına eklersiniz. Can Dündar da sanki arşivindeki görüntülere senaryo yazmış gibi.
Kullanılan animasyonlar animasyon kokuyor, renkler yapay, kargalar yapay, çocuklar yapay. Filmin adı Mustafa, ama Atatürk, imzasını sürekli “Kemal” olarak atıyor. Konuyu bilmeyen biri, “Kemal de kim?” der. Atatürk’ün “insani” yönü anlatılıyormuş ama bana empati duygusu veremiyor.
Yine en hoş tarafı cepheden sevgilisine mektup göndermesi, çok insancıl. Belki birçok şey birarada anlatılmak istendiği için konu da dağılmış. Özetle, film bir TV belgeseli olabilir ancak. ‘Mustafa’ya daha sağlam bir senaryo yazılmalıydı, daha çok para harcanmalıydı ve bakış açısı korunmalıydı diye düşünüyorum. Bence AKP’ye kızan, türbana takan, Türkiye’nin Atatürk’ün koyduğu çıta altına düşmesini hazmedemeyenler sinirini Can Dündar’ın Mustafa’sından çıkartıyorlar. Ama Atatürk bu gürültü patırtının arasına karışmayı haketmiyor.