‘Sorsak Ne İyi Olur’ soruları

21 Haziran 2010

Ana mesele: “Keşke sorsak, niye sormuyoruz?” Çünkü birileri hep size soru sormayı değil, sormadığınız soruların sonuçlarına çözüm aramayı dayattı. Değişmek isteyenler hemen çözümü aramaya yöneltildiler.
Hadi başlayalım: Birine öfkelendiğimizde aslında ‘ne’ye öfkeli olduğumuzu sorsak.
Birine öfkelendiğimizde aslında ‘niye’ öfkeli olduğumuzu sorsak.
Yaptığımız eylemlerin ne kadarını gerçekten hissettiklerimiz ve düşündüklerimiz nedeniyle yaptığımızı sorsak.
Yaptıklarımızın ne kadarını
‘-e göre’ yaptığımızı sorsak.
Ve yine en çok ‘ne’ye göre yaptığımızı sorsak.

Yazının Devamı

Bir Sergi, Bir Şiir, Bir insan

14 Haziran 2010




Gökhan Deniz’i henüz hiç tanımadım. İşlerine dokundum, onlar da bana. Adını arafta buluşacaklarım listesine yazdım. Bu hafta şiir kontenjanından Jacques Prévert’in ‘Kedi ve Kuş’unu aldım. ‘Bir İnsan’ başlığındaki Einstein’ın sözleri ise ‘söz’ü nasıl taş yapsam da birilerinin kafasına atsam derken aklıma geldi


Kötü Adamlar ve Tanıklıklar

Yazının Devamı

Her yerde kendin varsın

7 Haziran 2010

Şu beş dakikalık yürüyüşle geçtiğin yolda neler var? Ayakkabılar, mücevherler, duvarlar, afişler... Ne çok olasılık. Neden iyi ilişkiler kuramadığını, neden kendini yalnız hissettiğini bile bulabilirsin orada. Asfalttaki bir çatlaktan sana beş yaşındaki bir hatıran bakıyor olabilir

Hayat sana ne gönderiyor fark ettin mi? Sen orada olduğun için, orada olmayı seçtiğin için, orada olmayı göze aldığın için sana ne gönderiyor biliyor musun? Fark ettin mi? Sıradan gibi gördüğün şu sokakta ne çok şey var. Ne çok olasılık, ne çok bilinecek yeni şey ve ne çok dokunacak, ellenecek, okşanacak, öpülecek şey.
Görmediklerin, fark etmediklerin, bakmadıkların. Ve nedense kaçtıkların. Neden kaçtığını bilmeksizin. Kaçsan bile içinde bir başka bilginin saklı olduğu şey ne ki? Kaçmayı yeğlesen bile, niye kaçıyor olduğunu düşünmen için bir fırsatı sana sunan o şeyi kaçırmasan mı acaba?
Şu beş dakikalık yürüyüşle geçtiğin yolda neler var? Ağaçlar. Sanırım görmeden geçtin. Sana bir şeyler söylüyor olabilirler mi?
Yeni bir ayakkabı almak da var. Ve o ayakkabıyla gidilecek henüz bilmediğin geleceğin. Eğilerek yürürsen böcekler var. Böceklerde koca bir hayat, acayip renkler, senin bilmediğin

Yazının Devamı

“Başkalarını sevmeyen kendini sevsin”

31 Mayıs 2010

Narsisistik Kişilik Bozukluğu’nda sürekli onay beklentisi vardır. Her an, en ufak bir değişikliğin yok edip parçalayabildiği bir (kendine) hayranlıktır söz konusu olan. O yüzden narsisizma, hep yıkılmayla, parçalanmayla, yaralanmayla yan yanadır. O yüzden eksiğine tahammülsüzdür hayranlık


Bugün size birlikte yaşaması zor bir insan tipini özetleyeceğim. Derdim başka bir yerlere, başka bir biçimde bakmanız aslında. Art niyetli olduğumu baştan söyleyeyim de kaçan kaçsın yazının başında. Psikiyatrik tabloları ve insanları basit şablonlara indirgemek iyi bir şey değil ama bu yazıda meselemiz başka olduğu için öyle yapacağım. (Ben size başka bir yazıda daha güzel anlatırım.) Sözünü edeceğim durum Narsisistik Kişilik Bozukluğu. Basitçe aşağıdakilerden beşi veya daha fazlasının olması ile tanımlanır:
1. Kendisinin çok önemli olduğu duygusunu taşır. (Örneğin başarılarını ve yeteneklerini abartır, yeterli bir başarı göstermeksizin üstün biri olarak bilinmeyi bekler)
2. Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ya da kusursuz sevgi düşlemleri üzerine kafa yorar.
3. ‘Özel’ ve eşi bulunmaz biri olduğuna ve ancak başka özel ya da toplumsal durumu üstün kişilerin (ya da

Yazının Devamı

‘Zorumluluk’: Uydurdum bu kelimeyi

24 Mayıs 2010

Ben, istemediğiniz halde yaptığınız bayram ziyaretlerine, mutsuz olduğunuz halde sürdürdüğünüz ilişkilere, sırf kendinizi suçlu hissedeceksiniz diye evet dediğiniz şeylere “zorumluluk” diyorum

Konuşurken sık sık verdiğim ama henüz hiç yazmadığım bir örnek vardır. Belki biraz sizinle birlikte gitmeliyiz konunun üstüne. Bazı sorular soralım. Siz de kendi içinizde biraz durup yanıtlayın. Diyelim ki genç bir doktorsunuz. Bir hocanız var. Onun yanında, onun muayenehanesinde çalışıyorsunuz. Kapıda da zaten hocanın adı yazıyor. Bazı hastaları siz görüyorsunuz. Muayene sonrası hocanızın odasına gidiyorsunuz. Hastanın durumunu, düşündüğünüz teşhis veya teşhisleri, yapmayı düşündüğünüz incelemeleri ve nihayet uygulamayı düşündüğünüz tedavi olasılıklarını hocaya anlatıyorsunuz. O da size “Bu doğru, bu yanlış, şunu yap, bunu yapma” gibi şeyler söylüyor ve siz de buna göre harekete geçiyorsunuz.
Şimdi ilk soru şu: “Siz bu tarz bir çalışmada özgür müsünüz?” (Şöyle sessizce bir düşünün)
Hayır, değilsiniz. Çünkü istediğiniz kararları verip, istediğiniz biçimde uygulayamazsınız.
İkinci sorumuza geçelim: “Sorumlu musunuz? Hastanız zarar görse sorumluluğu size mi ait?”
Hayır, sorumlu da

Yazının Devamı

Hepimiz çıplağız

17 Mayıs 2010

Sosyal ağlar için şu soru soruluyor. Gizlilik tamamen bitti mi? Anlaşılan artık kaçınılmaz olarak transparan olacağız. Özellikle özgürlüğe aç olan toplumlarda bu dönüşüm büyük bir açılım olarak algılanıyor. Fakat özgürlüğün de bir esarete dönüşebileceğinin henüz kimse farkında değil

Geçen hafta Facebook’un kurucusu ve CEO’su Mark Zuckerberg’in “Özel alanın yokluğu ve paylaşım, yeni sosyal norm oluyor” sözünden kısaca bahsetmiştim. (Normal, norm’dan geliyor. ‘Kurala, ölçüye, standarda uyan’ı tanımlıyor. ) Zucker-berg ’in bu öngörüsü geleceğimizle ilgili beni korkuttu. Antiütopya yazarları bile gelecek günlerde olabilecekleri bu denli karanlık tahmin edebilmişler miydi?
Antiütopyaların başyapıtlarına bakalım. Zamyatin’in ‘Biz’ romanında isimleri bile olmayan erkek ve dişi numaralar , önceden izin alarak, belirlenmiş cinsel birleşme saatlerinde perdelerini çekerek sevişebilirler. Aşk yasaktır, evlilik yoktur zaten. Kitabın adı ‘Biz’dir. Orada ‘ben’ yoktur. Kimse birey değildir. Kimsenin özel alanı yoktur. Camdan duvarlar vardır. İnsanları özel ve tek kılabilecek bir isimleri bile yoktur. Her şey kayıt altındadır. Ne gariptir ki o çok meraklı olduğumuz teknoloji ve bilim

Yazının Devamı

Bu ara neler var?

10 Mayıs 2010

Bu hafta daldan dala, oradan buradan gözüme takılanlardan bahsedelim. Daha önce yazdıklarımı fazla tıkış tıkış ve uzun buldum. Ne öyle katman katman anlamlar falan yazıp duruyorum dedim. Kimisi bir cümle yazıyor, bitiyor yazı. Peçeteye falan karalıyorlar zahir

- Geçenlerde bir arkadaşım Angus and Julia Stone isimli ünlü bir grubun ‘Just a Boy’ isimli bir parçasını dinletti bana. Hemen sonra da Pinhani’nin ‘Bir Anda’ diye bir şarkısını verdi kolonlara. E bu ikisi aynı! Öyle böyle değil düpedüz aynı. İnternette arayıp arka arkaya dinleyin. Ne demek istediğimi çıplak sesli, çıplak kulaklı Seray Sever bile anlar.
- Önemli bulduğum bir veri öğrendim. Radyonun 50 milyon kullanıcıya ulaşması 38 yıl, televizyonun 13 yıl, internetin 4 yıl, iPod’un 3 yıl sürmüş. Facebook’un ise 200 milyon kullanıcıya ulaşması bir yılı bile bulmamış. İnsanlar, ‘şey’lerin, ‘durum’ların izleyicisi olmayı seviyorlar ama içinde olmayı daha da çok önemsiyorlar. Facebook eğer bir ülke olsaymış dünyanın en büyük nüfusuna sahip üçüncü ülkesi olacakmış. Ki çok yakında birinci olacağı su götürmez.
- Sosyal medyanın izlenme oranları pornoyu geçmiş durumda. İnterneti gizli saklı ve sınırsız bir dünya gibi

Yazının Devamı

Parçalama Artık Behçet

3 Mayıs 2010

“Erkeğin elinin kiri” lafının bir Siirt deyimi olduğunu sanmıyorum. Hızlı ve sistemli bir şekilde şarkılarımıza, türkülerimize, filmlerimize, küfürlerimize, annelerimize, babalarımıza, içimize bakmamız lazım


Çocuktum. Kolumu ısırıp saat yapardım. Tam oraya, bileğimin ön yüzüne. Bir kol saatinin olması gereken yere. Minik dişlerimin izleri rakamlar olurdu. Yanlış hatırlamıyorsam saat 11 boş kalıyordu. Saatin görece uzun süre kalması için çok sıkı ısırmak gerekirdi. Rakamlar böyle oluşurdu. Akreple yelkovan daha kolaydı. Onlar hayalimde dönüp dururlardı. Çocukken hayaller en kolayıydı.
İlk gerçek kol saatimi oramdan bir parça deri kestiklerinde takmışlardı koluma. Verdiğim parçaya karşılık bir saatim olmuştu. Ve yavaş yavaş hayallerimin yerini gerçekler almaya başlamıştı. Büyümek buydu. Saatin markası Nacar’dı. Bir de Behçet Nacar vardı o zamanlar. ‘Türk tipi erotik film’ salgını vardı. ‘Parçala Behçet’in soyadı ise Nacar’dı. Ve ben de sünnet olup erkek olmuş ve Nacar saatimi bileğime takmıştım.
Isırarak saat yapmanın zamanı çoktan geçmişti ve artık hayalimde ne akrep ne yelkovan kalmıştı. Zamanı bilmenin tek yolu sadece gerçek bir saate bakmaktı. Bu yeni saatin ve ondan

Yazının Devamı