HAYATIN DURDUĞU YER

19 Temmuz 2010

Dubrovnik burnumuzun dibinde, dert tasa unutturacak, yorgunluğu üzerinizden Adriyatik sularıyla yıkayıp atacak bir yer. Türkbükü yerine Hırvatistan’a kaçın, bu yazın bir güzelliği olsun

Yaşam biçimiyle okurlarını ezen yazarları sevmiyorum. Gittikleri basın davetlerini sanki her gün yaptıkları, alışkanlık haline getirdikleri şeylermiş gibi sunmalarını antipatik buluyorum. Mesela bilmem ne şaraplarının götürdüğü Toskana gezisinde şarap tadımı macerasını anlatırken hemen uçağa atlayıp vadiye kendilerini attıkları rutin bir iş gibi yazmaları tuhaf. ‘Basın daveti gezgini’ değil de, gerçekten iyi restoranlarda yiyip içmeye gücü yeten, keyif alan insanlar olsalar da, bir gurme yazarı olunmadığı sürece, “Geçen gün 500 liraya yediğim istiridyeler aklımı başımdan aldı, rozenin serinliğinden tatmin olmadım ama sonda gelen grappa ikramı gönlümü aldı” gibi cümleler kurmanın kime faydası olabilir? Lifestyle yazarı denilen insanlar, yaşam tarzı züppesi olmamalı. Madem elde fırsat var, yeni keşifler, farklı fikirler, gözlemler, dikkat çekici detaylar bulup çıkarmaya çaba sarf etmek gerek. Lucca’da roze sefasını, fois gras’nın tadına övgüyü, St Tropez tatilinin gösterişini okumayı hâlâ

Yazının Devamı

MAYOLU KADINLARIN iSTiLASI

12 Temmuz 2010

Birbirini taklit eden kliplerden oluşan Top 40 listelerini izlerken şu soruyu sorun: Bu şarkının klibi olmasaydı ne olurdu?

Boş bir gün sebebiyle, saatler boyu Kral TV, Dream TV ve Powerturk izleme şansı buldum. Digiturk’un 90’lı kanallarında bir ileri bir geri giderseniz, iki saat içinde Baby TV izlemiş gibi aptallaşabilirsiniz. Yaz şarkılarındaki standart ‘beat’ ve eğlenceden çok intikam dolu sözleri biliyordum ama bu güzel hitlere verilen görsel destek gerçekten gözlerimi kamaştırdı. Olay üç yaratıcı fikirden ibaret: Mayolu (denizde giyilen değil, ‘body’ denilen şeyden) kızlar, dağda taşta şarkı söyleyenler, bir de club ortamları.
Mayolu kızlar (Hande Yener, Burcu Güneş, Gülşen, Demet Akalın, Bengü) mütemadiyen bir yerlere uzanıyor ya da duvarlara sürünüyor. Dağda taşta şarkı söyleyenler basit bir aşk hikayesini göklere haykırıyor, ufuklara dalıyor, dalgaları filan tekmeliyor, club’da coşan adamlar da, DJ kabininde ya da dans pistinde kızlar eşliğinde ‘çılgın atıyor.’ Top 10 listeleri yine bir derece katlanılır düzeyde. Ama bunun Top 40’ı gerçekten Teletubbies’de bin 500 tekrar izlemek gibi. 40 klip arka arkaya aynı hareket, aynı surat ifadesi, aynı popüler görsel efekt,

Yazının Devamı

MAHALLEDEN KONAĞA

28 Haziran 2010

‘İnsan doyumsuz bir varlık’ cümlesi, içi doldurulmadıkça, boş bir klişeden ibaret. Doyumsuzluk terbiye edilebilir. Hayvanlardan farkımız ‘hayvanlaşmıyor’ olmamız. Ama doyduğumuz sürece terbiyeye açığız. Susayan adama su verilmezse, su için öldürecek hale gelir. Baskı tatminsizliği, yasak, tutkuyu tetikler.
Türkiye, sekiz senedir korkuyla içine kapanıyor. Muhafazakarlaşma eğilimi senelerdir gündemimizde.
Dünyanın içine kapandığı, karanlığa gömüldüğü, dogmalara sarıldığı her dönemin korkuyla hatırlanan bir öyküsü olduğu gibi, muhteşem karnavalları var. Orta Çağ’ın her türlü sapkınlık hikayesiyle dolup taşması, Soğuk Savaş döneminin ardından dünyanın ‘çiçek açması’, İran devrimi’nin ardından, ülkenin çok ünlü gizli partileriyle anılması, Rusya Ana’nın baronlarının akıl almaz hedonistik hayatı gibi pek çok örnek var.

Peri masalı dizileri
Bu dönemde de ‘Aşk-ı Memnu’, Türkiye’nin doyumsuzluklarına hayal yoluyla hizmet verdi. Halit Ziya Uşaklıgil’in 1899-1900 arası yazdığı roman, tam da Oğuz Atay’ın günlüklerinde “Yazar, Abdülhamit yönetiminden çekindiği için, eserlerinde sosyal ortamı, kökünden sarsılan Osmanlı Devleti’ni ve bu sarsıntıları sözkonusu etmez” notuyla eleştirdiği gibi,

Yazının Devamı

BUGÜN NOSTALJİ İÇİN NE YAPTIN?

21 Haziran 2010

Serkan Ercan’ın İz TV’deki ‘Gidiş-Dönüş’ belgeselinde önceki gün konu Kadıköy’dü. Ercan, Kadıköy’ün klasik mekanlarını gezdi tanıttı. Tabii Akmar Pasajı ana bölümlerden biriydi. Tek tük kalan müzik dükkanlarına uğrandı, ‘Esnafın dertleri dinlendi’.
Bir şikayet şuydu: “Hiç kıymet bilmiyoruz. CD çıkınca kaseti attık. Mp3 çıkınca CD’leri attık. Kimse plak almıyor artık mesela!”
Düşündüm. Kıymet bilen insan olmak için ne yapmalıydım? Zaten konunun Akmar olmasıyla derin bir zaman yolculuğuna çıkmışken, eski kasetlerimle dolu çekmeceleri aklıma getirdim. Radyolardan başını sonunu kaçırarak çektiğim ‘karışık’lar, Zihni, Atlantis ya da Ankara’da Süleyman abiden alınmış fotokopi kapaklı Offspring, Alice in Chains, Stone Temple Pilots kasetleri (o zamanlar bu insanlar albüm çıkarır çıkarmaz Türkiye’ye gelmiyordu)... Bunları ‘kıymet bilmek için’ uzun süre çekmecede olmasa da bir kutuda sakladım. Sonra aldığım yeni müzik setinde kasetçalar olmadığını fark ettiğimde kutudan kurtulmaya karar verdim. CD’nin de benzer bir hikayesi var. Plak almayarak ayıp eden insan olmamın sebebiyse bir keresinde pikap almaya heveslenip fiyatını duyduğumda koşarak uzaklaşmamla ilgili.

Bedava müzik

Yazının Devamı

GAZETECiLiK Mi, PROMOSYON MU?

14 Haziran 2010

Gazeteler birilerinin albüm çalışmasına, film projesine destek vermek için basılmıyor. Ajansların asker disipliniyle yönettiği ünlülerin “çok içime sinen bir proje oldu” dışında söyleyecek sözü olmalı


Sene 1989. Robert de Niro daha ‘Goodfellas’da oynamadı. ‘Untouchables’daki muhteşem Al Capone performansının üzerinden iki, ‘Taxi Driver’dan 12 yıl geçti. ‘Goodfellas’da oynamasına da bir yıl var. De Niro, dönemin en büyük yıldızı. En zoru aynı zamanda. Elia Kazan onun çalıştığı en sorunlu aktör olduğunu söylüyor, Francis Ford Coppola, “Bob’u seviyorum ama onun kendisini sevdiğinden emin değilim” diyor.
Bob, paparazzilere tek kare malzeme, bir satır dedikodu vermiyor. Röportajları işkence gibi görüyor. Üzerinde bir görünmezlik peleriniyle sokaklarda dolaşıyor sanki. 1989 Playboy’un 35’inci yılı. 25’inci yılında Marlon Brando ile röportaj yapan dergi, De Niro’nun peşinde. Görev, Brando’yla da efsanevi söyleşiyi yapan editor Lawrence Grobel’e veriliyor. 20’inci yüzyılın en sıradışı aktörü, Grobel’e sonsuz acı çektirdikten sonra Los Angeles Château Marmont’da görüşmeyi kabul ediyor.

Konuşmayan adam
İlk soru: “Bu kadar yıl size ulaşmaya çalıştıktan sonra, şimdi burada olduğumuza

Yazının Devamı

BODRUM’DAN KAÇAN BiR AVUÇ iNSAN

7 Haziran 2010

Yaz rekabeti yine Türkbükü-Alaçatı arasında dönüyor. Sıkılıp Alaçatı’ya ‘göç etmeye’ karar veren bir avuç insanın, götürebileceği bir şey yok. Türkbükü yalnız kalsa da, Bodrum’un boynu bükülmez

Bu yaz herkesin Bodrum’u terk edip Alaçatı’ya gitmesi en popüler konumuz. Ama bu ‘herkes’ kim oluyor tam net değil. Bahsedilen göçün yolcuları bir avuç insan aslında ve zaten genel olarak bir göç halindeler. Gittikleri yerde de bir türlü huzur bulamıyorlar. Mesela Nişantaşı’ndan Asmalımescit’e aktılar diye, ‘Beyoğlu aşıkları’, ‘Go Home sosyete’ pankartları açacak hale geliyor. Akmerkez’i bırakıp İstinye Park’a yerleşiyorlar, “Her gün de İstinye Park’talar, işleri güçleri yok mu?” diye topa tutuluyorlar. Evet, belki de işleri güçleri yok. Bütün kışı alışveriş ve muhabbetle, yazı şezlong ve partiyle geçirecek vakitleri var. Tebdil-i mekanda ferahlık arıyorlar. Normal. Bu yaz ferahlık şapkasından Alaçatı çıktı. Yeni evler alındı, rezervasyonlar yapıldı. İşletmeciler de görkemli karşılama hazırlıklarını tamamladı.
Bu tam bir tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış durumu. Bodrum yıllardır güzel güzel olduğu yerde duruyor. Türkbükü

Yazının Devamı

iYi ŞARKI DiYE BiR ŞEY YOK

31 Mayıs 2010

Müziğin kalitesini değerlendirecek terbiyeyle eğitilmedik. Güzel şarkılarımız olsa da, artık 'iyi şarkı’ yok. Eurovision'un da sürekli 'kötü şarkılar' organizasyonu olarak anılmasının sebebi, müzikal yetersizlik değil PR eksikliği


Manga’nın Eurovision’da ikinci olması sürpriz. Eurovision’da birinci olan şarkıların coşku yaratması aslında başlı başına bir sürpriz. 55 yıldır genellikle kötü şarkılar yarışıyor. Her sene de bu tartışılıyor. Bir de “Eurovision’dan çıkan tek grup ABBA” klişesi var. ABBA’nın iyi bir grup olduğuna inanmak istemiyorum. ABD’nin büyük stüdyolarının hakimiyetindeki müzik endüstrisinde İngiltere dışında Avrupa izi göremezsiniz. İtalyan bir grubun sansasyon yarattığını hatırlıyor musunuz? Pardon, Jovanotti’nin muhteşem hiti ‘Lombelico del Mondo’ bir dönem (2002) neşeli hayatımızın müziği olmuştu. Avrupa’nın, İngiltere dışında anaakıma kattığı iki güzel şey İrlandalı U2 ve Damien Rice. İsveçli ABBA değil.

Paket endüstrisi
Eurovision’da birinci olan ‘Everyway That I Can’ de, Türkiye’nin yarışmaya gönderdiği en iyi şarkı değildi. Biz yıllardır Semiha Yankı’nın ‘Seninle Bir Dakika’sını söylüyoruz.
Bugün iyi diye dinlediğimiz şarkıların hiçbiri müzikte çığır

Yazının Devamı

iNTiKAM SOĞUK SÖYLENEN BiR ŞARKIDIR

24 Mayıs 2010

Sevgiliyi sürüm sürüm süründürmek, morartmak, kızartmak, kapının önüne koymak, arkaya bakmadan çıkmak artık gündelik hayatımızın bir parçasıymış gibi. Üzerine bu kadar şarkı yapıldığına göre gözümüzü fena halde hırs bürümüş olmalı


Petek Dinçöz, Can Tanrıyar’ın gece hayatından usandığı için ilişkilerinin bittiğini söyledi. Onu son 10 sene içinde parlatan, destek olan adamı artık geride bırakıp dimdik ayakta yalnız kadın olmayı seçti. Sonra da söz yazarı Aşkın Tuna’ya gidip, hikayeyi en ince detayına kadar anlattı. “Can ilişkimizi hiçe sayarak gece gezmelerine devam etti. Sabrettim, önüne geçemedim ama buraya kadar!” gibi şeyler söyledi herhalde. Tuna da, bu sürükleyici hikayeyi dinleyip, siparişi not etti. Ortaya ‘Morarırsın’ diye bir şey çıktı. Şöyle diyor: “Hisset acısını hisset/Ayrılık tokat sana/Eh, biraz da belki nefret/Sinirim geçmedi hâlâ/Zaman geçtikçe, ateş düştükçe/Peşimde daha çok dolanırsın/Beni ayakta dimdik gördükçe/ İşte böyle morarırsın.”
Eski eşinin morarmasını, peşinden koşup koşup yüz bulamamasını , bu durumda kendisi ‘hıh’ yaparken ayrılığın tokat gibi ona çarpmasını istiyor yani.
Petek Dinçöz’ün ‘geçmeyen siniri’ ne ilk ne son. Kadın popçuların içindeki

Yazının Devamı