Günseli Önal

Günseli Önal

gonal@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Cinsel sorunlar uzmanı nöropsikiyatr Haydar Dümen’in, Milliyet’ten Miraç Zeynep Özkartal’a verdiği röportajda, doğduğumuz ortamın yaşamımızı nasıl etkilediğine ilişkin sözleri ilginçti: “Bugün görücü usulü evlilikler sosyal nitelikli ırza geçmedir. Aile veriyor, kadın da istemiyor. Belki yüreğinde başka bir aşk var. Bu tür evlilikler çürüktür ve bu tür evliliklerden doğacak çocuklar en şanssız çocuklardır. Kadınlar seçimlerini kendileri yapmazsa soylar dejenere olur. Çünkü aşk çocukları güzeldir.”
Kişiliğimizin nasıl olacağını, nasıl aşklar yaşayacağımızı, karşı cinsle ilişkilerimizde tedirgin bir şekilde “savunmacı” mı, yoksa güvenerek “kontrolsüz” mü olacağımızı, anne ve babalarımız arasındaki ilişkinin belirliyor olması düşündürüyor beni. İçine doğmuş olduğunuz ortam ve yaşamak zorunda kaldığınız koşullar, tüm hayatımızı etkileyen ana temayı içeriyor. 

‘Şans’ mı yoksa ‘kader’ mi...

Dümen’e göre, kadının seçim şansının olmadığı aşksız evliliklerde doğan çocuklar “en şanssız” olanlar. Bu durumda, “aşk çocuğu” olmak bir şans. Gerçekten öyle mi acaba? “Güzellik” açısından zaten eşit olmayan koşullarda doğduğumuz yetmiyor gibi, bir de “şans” açısından daha en başından eşit olmadığımız bu yarışta, gerçek aşkı yaşama olasılığımız bir diğerimize göre ne kadar az veya çok? Özgür irade sahibi olsak da, yaşadıklarımız önceden belli bir “kader” çizgisini mi izliyor? Yoksa, geleceğimiz ellerimizin arasında mı aslında?

Haberin Devamı

İçimizdeki kafesteki vahşi hayvan
Birkaç yıl önce, diyalize giren annemi hastaneye götürürken, “şanslı” bir insan olduğunu söyledi. Çok zor geçen evlilik hayatında mutlu olamamış, geçirdiği ameliyatların sayısını unuttuğum annemin yaşlı ve yıpranmış bedenine bakarken, kendini neden şanslı hissettiğini merak ettim.
Dedi ki, “Allah ben ne istediysem verdi. Okumayı çok seviyordum. Köyde okuyamayacağım için terzi olmak istedim. Çok iyi bir terzi oldum. Çocuklarımın okumasını istedim. Çok güzel okudunuz”. Sonra durdu, “Allah’tan bir tek, akıllı, iyi bir koca istemek gelmedi aklıma. Ama benim babam o kadar iyi bir koca, o kadar iyi bir babaydı ki, erkeklerin başka türlü olacağı hiç aklıma gelmedi” dedi.
Annem 18 yaşındayken, şehirde yaşayıp, terzi olabilmek için babamla görücü usülüyle evlenmişti. Bir kadınla erkeğin mutsuz olabileceklerini düşünemediğinden ve böyle bir şeye hazırlıklı da olmadığından, hiç tahmin edemeyeceği kadar mutsuz bir evliliği olmuştu. Adeta tuzağa düşmüştü. Birçok kadın gibi...
Başlangıçtaki “şanslı” konumu nedeniyle, ilerisini düşünmeden yaptığı evliliğinde dünyaya gelen çocuklarından biri olarak, “en şanssızlar” arasında başlamıştım hayata. Dümen’in sözlerini okuyup da,  şu anda olduğum yere ve olduğum kişiye bakarken, yolun başındayken elimde olanların “şans”mı yoksa “şanssızlık” mı olduğundan çok emin değilim doğrusu...

Kule inşa eden kadınlar

Çok dikkat çekecek kadar güzel bir çocuktum. Ama, erkeklerle yaşayacaklarım konusunda pembe hayaller kuramıyordum. Çünkü, babama baktığımda, bir erkeğin iyi bir sevgili, eş ve baba olabileceğini düşünemiyordum. Farkında bile olmadan, etrafıma, içinde bağımsız ve özgür kalabileceğim, kendimi güvende hissedebileceğim, hiçbir sevgilimin içine giremediği bir kule inşa ettim. Masallardaki gibi. Bir çok kadının yaptığı gibi...
Bu durumda, başlangıçtaki “şansımız” veya “güzelliğimiz”, aşkı arayışımızda  bize verilmiş olan bir “armağan” mı, yoksa içine doğduğumuz koşullardan korkup saklanabileceğimiz kuleler inşa ettiren bir “lanet” mi?
Önümüzdeki uzun hayata bakarken, en temel dürtümüz, hayatla baş edebilmek kuşkusuz. Küçük bir çocuğun tek seçeneği de, benliğini ikiye bölüp, o anda “şans” gibi görünen kısmını kabullenip kişiliğini bunun üzerine kurmak, “lanet” gibi görünen diğer kısmını ise içindeki karanlıkta gizlemek oluyor tabii. Bir “gölge benlik” veya tehlikeli bulunup kafese kapatılan “vahşi bir hayvan” gibi...