Günseli Önal

Günseli Önal

gonal@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Eski fotoğrafları karıştırıyordum. Yıllar önce İngiltere’de iken annemin gönderdiği mektup da çıktı. Telefonda, evlerinde kaldığım kadının Kıbrıslı bir Rum, kocasının İngiliz olduğunu söylemiş olmalıyım ki, “Aman, yemeklere bir şeyler koyup yedirmesin, dikkat et” demiş. Çok güldüm...
Norwich’deki o aileyi ve evi çok sevmiştim. Saat 20.00’den önce akşam yemeği yemezken, saat 17.30’da masaya oturmaya, pirinci tereyağında kavurarak yaptığımız pilavlar yerine, haşlanarak yapılan yağsız, tatsız pilavlarına alışmıştım. Kahvaltıda, tadını çok özlediğim beyaz peynir, zeytinyağlı söğüş domates ve salatalığın yerine mısır gevreği, mis gibi kokan demlenmiş çay yerine sütlü kahve olağan hale gelmişti.
Ben onların yaşam tarzına ve düşünme  biçimine uyum sağladıkça onlar da bana uydu. O tatsız pilavlara rağmen, bir araya geldiğimiz akşam yemeklerinde, İngiliz ve Rum evsahiplerim ve ev arkadaşım Japon öğrenci Junko ile çok keyifli sohbetler ediyorduk.
Yemekler giderek daha renkli olmuş, İtalyan, İspanyol, Yunan, Türk yemek kitapları ortaya çıkmıştı. Karı koca, her akşam, bir ritüele hazırlanır gibi hazırlanıyordu yemeğe. O masada kuru fasulye de yedim musakka da. Junko’nun Japon usulü yaptığı “sake”li pilavı da, çiğ balığı da, pirinç bisküvisini de tattım. Yunan içkisi “uzo” da içtim. Döndüğümde, ne beyaz peynir, ne demlenmiş çay eski tadı verdi.
Sonra, Londra’ya gittim. İki ay geçip onları ziyaret ettiğimde, eski odamda yine bir Türk kızı kalıyordu. Giyimiyle, davranışlarıyla, o evdeki günlük hayata ve aileye koyduğu mesafeyle, samimiyetlerine karşı duyduğu endişeyle yüzde yüz yerliydi. Bana onları şikâyet etti. Bugün, o günlerden söz ederken, Amerikalıların deyimiyle “Been there, done that” (Orada bulundum, onu yaptım...) diyordur belki. Ben ise, İngilizlerin “When in Rome, do as the Romans do” deyişlerindeki gibi, İngilizlerin yaptığını yapıp, onlardan biri oldum orada. Döndüğümde aynı kişi değildim. Çoğunlukla Türk, epeyce İngiliz, biraz Rum, biraz da Japon idim.
Bunun nedeni, yetiştiğim kültürden çok farklı olan o ortamın içine, doldurduğu kabın şeklini alan su gibi akabilmemdi. Beş duyumla ortamdaki duyguları, tadı, kokuyu, görüntüyü, sesleri algılamaya direnmeyecek kadar esnek, bunları deneyimleyip kendi tarzımla benimseyebilecek kadar geçirgen ve ortama kendimden de bir parça katacak kadar verici olabildiğim için değişmiştim. Değiştirmiştim...

Haberin Devamı

Aysun Kayacı’nın ‘yerli malı’ kampanyası 
“Türk erkekleri Rus hayat kadınlarına yılda 600 milyon dolar ödüyor “ diyen Prof. Dr. Hurşit Güneş’in sözleri, “Haydi Gel Bizimle Ol” programında polemik konusu oldu. 200 doları olan erkeklerin Rus hayat kadınlarına gittiği konuşulunca, Aysun Kayacı “Yerli malı kullansınlar” diyerek, damgasının vurdu yine.
“Yerli” deyince, Amerikan “fast food” zinciri Mc Donald’s’ın reklamı geliyor aklıma. Pembe gömlek ve gümüşi ceket giymiş, kirli sakallı, kavruk bir Anadolu delikanlısı, “Esmerim biçim biçim” türküsünü “hip hop” tarzı söylüyor ve dans ediyor. Altta “Yüzde 70 yerli” yazısı çıkıyor. Onu, köfte görüntüsü ile “Yüzde yüz 100 yerli” yazısı izliyor.  Amerikan ürününün reklamındaki bu slogan, bıyıklı saz ekibinden gelen “Oh, yeah” sesi kadar matrak. Kayacı’nın  “Yerli malı” önerisi, buna benziyor.
Konu, annelerimizin yöntemiyle, pilavın yanında, bayat ekmek ve maydanozla yapılmış köfteye ilaveten çoban salata yeme kültürüyle büyümüş birinin, değişiklik olsun diye lüks bir kebapçıya gitmesinden farklı. Bu, köftesinde yerli et de kullanılsa, daha sonra alışık olunan damak tadına dönülecek de olsa, korkulan farklı bir kültürün içine bir süreliğine girip çıkma, normalde olmadığı kişi olma deneyimi... Yani, “Been there, done that” deme durumu...