Ayşe Gökçe Susam

Ayşe Gökçe Susam

milliyetege@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Bu yaz İzmir’de yazlık açık sinema keyfini yer yer tatma fırsatı bulduk. Yaşayan bilir, gazoz bile daha tatlıdır yazlık sinemalarda.
AVM’lerdeki gibi rahat, atraksiyonlu geniş koltuklar yoktur belki ama yan yana dizilmiş, daracık tahta sandalyelere yastıklar koyup, çoluk çocuk sıralanmanın da güzelliği başkadır.
Artık yazlık sinemalar, doyumluk değil, tadımlık bir keyif olarak kalmaya mahkum gibi. Ve biz, biraz da bu nedenle yazı, iyi filmlere hasret, dvd’lere mahkum geçirmeye devam edeceğiz.
Benim gibi yaz bitti, diye kederlenip, hayıflananlar için teselli niteliğinde olsun, bu pazartesi yazısı. Peki konumuz mu ne?
Sonbaharın gelişiyle, tatil rehavetinden çıkıp büyük şehirlere dönüldükçe, açık havada hafiften üşümeye başlayıp keyifli kalabalıklar içerilere doğru çekildikçe canlanan, yeniden hız kazanan sinema sezonu ve bu sezon bizler için zulada saklanmış bir büyülü hediye film: Paris’te Gece Yarısı.

Bir Paris fantazisi
Hiçbir zaman Woody Allen filmleri müptelası olamadım. Hatta çoğu kez, New York’un entel dantel mecralarında hoş hatunlarla karmaşık macera senaryoları yazıp bunu bir nevi İbrahim Tatlıses gibi kendi çekip başrolünü de kendisi oynayan sinemacının çıkardığı işlere kendimce dudak büktüm, üst perdeden eleştirdim.
Ta ki vizyona girecek son filmi Paris’te Gece Yarısı’nı izleyene kadar...
Filmden çıktığımda ben de Woody Allen’ın gibi Paris, edebiyat, sinema ve nostalji sarhoşuydum.
Usta yönetmen, beyaz perdeden beni de bu hoş fantazisine ortak ettiği için kendisine minettardım. Filmde anlatılan, 1920’lerin Paris’inde ressamların, yazarların, şairlerin aşık attığı bohem kafelerden birinde kalmak için neler neler vermezdim!
Eğer sinema beyaz perdede ışığı yansıtmak suretiyle yapılan bir temaşa sanatıysa, Paris’te Gece Yarısı bu sanatın en keyifli örneklerinden biri. Ara ara dudak büktüğüm Woody Allen’a, hemen “usta yönetmen” sıfatını teslim etmem de bundandır.
Bir filmde nasıl atmosfer yaratılır, nasıl izleyiciye oturduğu koltukta şahane bir yolculuk, bir macera yaşatılır, bunun kodlarını ustalıkla çözmüş, yetkin bir sinema var karşımızda. Senaryosundan kostümüne, ışığına, oyunculuğuna... Tam bir profesyonellik!

Dokunmayın klişelerime!

Çok derinlikli ya da politik olarak mühim şeyler söyleme iddiasında bir film beklemek haksızlık olur. Ama filmde hayatımızı kuşatan modern hayat klişelerine, yüzeysel ilişkilere, ezberletilmiş arzulara da önemli göndermeler yapılıyor. Filmin bu bölümlerde Yeşilçam naifliği ve yüzeyselliğine yakın durduğunu da belirtmek gerek.
Örneğin, bizi Paris yolculuğuna ortak eden filmin ana karakteri Gil, Hollywood’da senaryo yazarlığı yapan, bu işte yükselmesi ve iyi para kazanması muhtemel bir genç.
Ama o ticari senaryolar yerine, edebi olarak güçlü gerçek bir roman yazmak istiyor. Sevgilisi ve onun varlıklı ailesi ise Gil’in bu “çocukça hayalini” ciddiye almıyor.
Ama filmin sonunda Gil, mutluluğu edebiyatta ve yağmurdan kaçmak yerine Paris sokaklarında yağmurun altında ıslanmaktan keyif alan mütevazı bir güzelde buluyor.
Evet, dediğimiz gibi Yeşilçam naifliği ve bildik klişeler...
Ama klişelerin çok şey anlatmadığını kim söylemiş? Bizim klişelerimiz, bizim ezeli ve ebedi çelişkilerimiz belki de...
Gerçek hayatta alt edemedikçe yine yeniden romanlara, senaryolara taşıdığımız, hesaplaşmaya çalıştığımız soru işaretlerimiz...
İyisi mi siz bu filmi gidip görün.
Hem sonbaharla tatlı bir barış yapmış olun hem bu sinema keyfini kaçırmayın!
İsteyen hayatlarımız, çelişkilerimiz, klişelerimiz üzerine de faideli bir tefekkür yapabilir elbette.
İyi seyirler!